"Beni de götürsen İstanbul'a, senden başka dayanağım yok." diyerek tuttu titreyen elleriyle oğlunun bileğinden. "Ne olur!" dedi, "Ne olur, beni de götür oğul; tek başıma yapamıyorum buralarda." Anadolu'nun tozlu, topraklı köylerinin kavak yeli kokan diliyle serzenişte bulundu evlâdına. Yalnız kalmak artık tak demişti canına. Oğlundan gelen cevap, yaşlı gözlerini donuklaştırıverdi: "Olmaz ana; biliyorsun, götüremem seni!" Damarları çıkmış, derisi büzüşmüş cefakâr elleriyle yazmasını düzeltti: "Yakınında bir yere oturtsan beni oğlum; tövbe, girmem evine; düzeninize karışmam! Arada bir torunlarımı severim. Yok, onu da istemezsen, dışarı bile çıkmam. Yeter ki, yakınında olayım evlâdım!" Sesinde acı bir feryat gizliydi aslında. Birkaç kez yutkundu. Biricik evlâdından gelen cevap olumsuzdu. Zeynep Nine bakakaldı oğlunun arkasından.
Yaşlıydı, hastaydı. Gözlerinde kalın çerçeveli bir gözlük vardı. Yazmasını başından çenesinin altına dolandırıp bağlardı. Bir ucu yanıktı yazmasının, gönlünün bir yanının hep yanık olduğu gibi. Yalnızlık, belini biraz daha bükmüştü. Gözlerinden süzülen birkaç damla yaş, sanki daha da artırmıştı yorgun yılların remzi olan göz kenarlarındaki çizgileri. Garip kalmıştı yine Zeynep Nine. Oğluna bir yuva kurmuştu mutlu olsun diye; ama o yuvada şimdi yeri yoktu. Gelini kesin kararını vermiş; "Ya o, ya ben!" diyerek Zeynep Nine'ye evinin ve gönlünün kapılarını tamamen kapatmıştı. Hâlbuki bir huysuzluğu da yoktu Zeynep Nine'nin; sessiz ve sakindi, ne etliye ne sütlüye karışırdı. Ama gel gör ki, yaşın getirmiş olduğu istenmeyen sakarlıklar ve bitmeyen hastalıklar Zeynep Nine'yle gelini arasına soğuk bir duvar gibi girmişti. Hâl böyle olunca torunları da oğluyla beraber hasret defterine eklenmişti yaşlı kadıncağızın.
Gitmişti biricik evlâdı. Anacığını bir sürü dertle bırakıp gitmişti. Evinin duvarına yaslandı önce, sonra dut ağacın gölgesinin düştüğü yere oturdu. Uzayıp giden tozlu yolların kıvrımlarına dalıp gitti. Şalvarına yapışan çamurların kuruyanlarını temizledi. Kuru bir yaprak düştü kucağına. Alıp ezdi avuçlarında. Gözleri yaşla doldu yine. Yalnızlık çok zordu. Oğlunun gidişinden çok, vefasızlığı hırpalamıştı ruhunu. Eşini kaybettiğinde bile bu kadar üzülmemişti. Bir an dalıp gitti mazi yamaçlarına. Oğlunun okula başladığı gün geldi aklına. Dut ağacının altında taramıştı saçlarını biricik evlâdının. Bazlama yapmıştı Zeynep Kadın o gün evlâdı için. Yanına da sıcacık tarhana çorbası. Tarladan da kıpkırmızı domates getirmişti. Zeynep Nine birden çocuklar gibi masumlaştı, nemlenen gözlerini avuç içleriyle sildi. Oturduğu dut ağacının gölgesinden kalktı. Gün, akşama dönüyordu. Zeynep Nine ömrünün akşamında hüzünle arkadaştı artık.
Zaman, Zeynep Nine'nin yaşlılığını git gide artırıyordu. O yılın kasım ayı sonlarına doğru kalın çerçeveli, kocaman gözlüğünü taktığı gözleri görmez oldu. Zaten güç belâ yaptığı işleri daha da zorlaşmıştı. 'tan, komşuları hâl ve hatırını soruyor, ihtiyaçlarını görmeye geliyordu. Oğlu, çok sonraları öğrenecekti annesinin gözlerinin âmâ kaldığını. Zeynep Nine'de yeni bir ümit peyda olmuştu. "Acaba" diyordu, "Acaba ömrümün görmeyen gözle geçecek bu son demlerini, onların yanında geçirebilir miyim?" Yalnızlık iyice koyulaşmıştı ufkunda ihtiyar kadının. Bir de evinin kapısına çıkan o koca tümsek Merdiven yoktu kapısının önünde, toprak bir tümsek üzerinden geçip öyle varabiliyordu kapısına. Gözleri görürken bile zor çıktığı bu tümseği şimdi nasıl çıkacaktı? Ama evlâdı onu bu hâlde bırakmazdı, evine koymasa da yakınlarında bir yerde ev tutup onu da götürürdü İstanbullara Bekliyordu, oğlundan bir soluk bekliyordu Nihayet bir gün muhtar, oğlundan haber getirdi Zeynep Nine'ye. Anasının gözlerinin görmediğini öğrenen oğul, ömrünün son demlerinde rahat etsin diye, evinin önüne merdiven yaptıracaktı yaşlı kadının. "Oğlun, kapının önüne basamak yaptıracak Zeynep Ana, sen inip çıkarken zorlanma diye" Muhtarın bu cümlesi zavallı kadının son ümitlerini de boşa çıkarmıştı. "Tamam" dedi, yaşlı ve yaslı gönlünü avutmaya çalışarak. " razı olsun." diye ekledi. Öyle ya, bunu da yapmayabilirdi. Muhtar, evin önüne basamaklar yapılıncaya kadar Zeynep Nine'yi evinde misafir edecekti.
Basmakların tamamlandığı günün sabahında, oğlu geldi Zeynep Nine'nin. Evlerinin önünde durdu, basamaklar tam Zeynep Nine'ye göre yapılmıştı. Fazla yüksek olmayan, yan tarafında demir parmaklığı olan Saydı: Bir, iki, üç Tam yedi basamak vardı. Evin boyası eskimiş kapısına baktı. Dudakları titredi, gözleri doldu. Dut ağacın gölgesi düşmüştü yine duvar kenarına. Biraz ilerde anacığının kendisine mis gibi tarhanalar pişirdiği ocağı gördü. İçi burkuldu, küt diye bir şey düştü sanki gönlünün vefasız yanına. Bu sırada bir el dokundu omzuna: "Başın sağ olsun Bilâl!" Başı öne düştü "Dostlar sağ olsun." derken. Yukarı mahalleden eski bir arkadaşıydı gelen. "Çok iyi insandı Zeynep Teyze. Az ekmeğini yemedim Bilâl, inşallah mekânı Cennet olur" diye ekledi eski dost. Sustu vefasız oğul. Yutkundu. Islanan yanaklarını silerken şunları söyleyebildi: "Bu basamakları onun için yaptırmıştım. Kolay inip çıksın diye" Arkadaşı kafasını salladı, yüzü hüzne döndü: "Keşke buraya basamak yaptırana kadar, kendi ellerinle anacığının gönlüne basamaklar yapsaydın. Olmadı be arkadaş, sana yakıştıramadık duyduklarımızı, gördüklerimizi. Çok yalnız bıraktın Zeynep Teyze'yi. Hiç olmazsa arada bir gelip hatırını sorsaydın, gönlünü alsaydın. Neyse, tekrar başın sağ olsun" Ne doğru konuşmuştu eski dost. Yüreği ezildi Bilâl'in, gözleri doldu: "Bir kez bile çıkamadın bu basamaklardan. Keşke hayırlı bir evlât olup ben senin gönlüne çıkabilseydim basamak basamak. Anacığım, hakkını helâl et bu vefasız oğluna. Ne olur, hakkını helâl et!"