Çağatay şairidir. Adı Ali Şir ,mahlası Nevai'dir. Süt kardeşi ve okul arkadaşı olan Hüseyin Baykara ile birlikte Ebulkasım Babür
tarafından yetiştirildi. Çok genç yaşlarında başlayarak,Türkçe ve Farsça şiirler yazdı.
Hüseyin Baykaranın hükümdar olmasından sonra Herat'da daima onun yanında kaldı. Önce mühürdar (nişancı),
Herat 'ı işgal etmek isteyen Yadigar Muhammed Mirza hareketini bastırmada gösterdiği yararlılıklardan sonrada divanbeyi oldu.
Ali Şir bazı seferlerde arkadaşı Hüseyin Baykara'nın yanında bulundu, bazı seferlerde onun naipliğini yaptı. Hükümdarlardan
sonra en nüfuzlu şahıstı. Daha sonraları divan beyliğini bırakarak hükümdarın sadece nedimi kaldı, nüfuzu daha da arttı.
Belh valisi olan kardeşi Derviş Ali'nin isyanını, Hanedan içindeki geçimsizlikleri yatıştırmakta rolü oldu.
Ölümünden sonra hükümdar bizzat matem merasimini idare etti ve havzı mahiyan'da kendi başkanlığında Türk usulu aş (Yog yemeği) verdirdi.
Temiz,ahlaklı, samimi bir insan,tedbirli ve heybetli bir devlet adamı olarak anılan Ali Şir Nevai
serveti ile kendi adını taşıyan bir mahalle kurdu; Saray,Cami,medrese,han,hastane ve darülhüffaz (Hafızlar evi) yaptırdı.
Çeşitli yerlerdeki yapılarının sayısı 370'i bulur.
Devrinde büyük hayranlık duyulan iran edebiyatını Türk ruhuna uydurmak,Türkçeyi yüksek bir sanat haline sokmak gayesindeydi.
Hamse'sinde (1484) ahlak ve tasavvufa dair hikayeleri içine alan Hayret-ül Ebrar (Hayır sahiplerinin hayreti),
Ferhad ve Şirin, Leyla ve Mecnun, Seb'a-i Seyyàre ( 7 gezegen ), Sedd-i İskenderî (İskender seddi) adlı mesnevîleri bulunur.
Hayatının son yıllarında yazdığı Muhakemet-ül Lugateyn ( Dillerin muhakemesi [1498] ) ve
Mahbub-ül-Kulüb ( Kalblerin Sevgilisi [1500] ) en tanınmış eserleridir.
Muhakemet-ül Lugateyn'de, Türkçeyi Farsça'ya karşı savunur ve çeşitli deliller ileri sürerek onu Farsçadan,
Türkleri diğer milletlerden üstün gösterir.
Ali Şir Nevai, bu sonuca ulaşırken Türkçe'nin kullanım zenginliklerine, yeni kelimeler türeten yapım eklerine,
Farsçada karşılığı olmayan Türkçe kelimelere örnekler verir.
Muhakemetü'l Lügateyn'de Türkler ile Farslar zeka, akıl, bilim, erdem, temizlik bakımından da karşılaştırılır.
Türkler'in büyük çoğunluğunun Farsça'yı bildiği belirtilir, ama farsların Türkçe konuşmada aynı başarıyı gösteremediği vurgulanır.
Ayrıca Muhakemetü'l Lügateyn'de 100 Türkçe kelime Farsça ile karşılaştırılmış ve yine Türkçenin üstünlüğünü kanıtlamıştır.
Ali Şir Nevai, çok yönlü kişiliği ile yalnız kendi çağının değil, bütün Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarındandır.
Çağatay Türkçesinin edebiyat dil özelliği kazanmasında emeği geçen yazar, aynı zamanda önemli bir devlet adamıdır.
Ayrıca Herat, Horasan ve Azerbaycan'da yaşayan ve çoğu Farsça şiir söyleyen 461 şâiri ihtiva eden Mecâlisü'n-nefâis,
Türk Edebiyatı'nda yazılan ilk şâirler tezkiresidir. Muhakemet-ül Lügateyn ile Türk diline ve kültürüne önemli hizmetlerde bulunmuştur.
Musikiyle de uğraşan Nevai, birçok beste yapmıştır. Bunun yanı sıra tezhip ve hat sanatıyla da ilgilenmiştir.Nevai Çağatayca Türkçesini
En üst seviyeye çıkaran kişi olarak da tanınır.
Eserlerin en büyük özelliği ise çok açık görünen Türk milliyetçiliğidir.
Türklüğü ile iftihar eder ve Türklerin tarihte oynadıkları rolün şuuruna varır.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKLAR
-Dr. Ahmet KARTAL
Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Baki ( 1526,İstanbul - ö, 7 kasım 1600,İstanbul )
Tam adı MAHMUD ABDÜLBAKİ. Divan edebiyatının en büyük şairlerinden.Divan şiirine hem biçim hem de imge açısından canlılık ve yenilik getirmiş,daha yaşarken sultanü'ş-şuara ( şairler sultanı ) ünvanını almıştır.
Babası müezzin olan Baki,bir saraçın yanında çırak olarak çalıştıktan sonra medreseye girdi.Dönemin ünlü müderrislerinden Karamanlı Ahmed ve mehmed efendilerden ders aldı.Bir yandan da birçok ünlü edebiyatçıya tanışarak şiir yazmaya başladı.Hocası Mehmed Efendi için yazdığı "Sümbül Kasidesi" ile ününü artırdı.1553'te Nahçıvan Seferi'nden denen I. Süleyman'a
( Kanuni ) sunduğu kasideyle saray çevresine girmeyi başardı.Aynı yıl Halep kadılığı ile görev-lendirilen hocası Kadızade Ahmed Şemseddin Efendi ile Hadep'e gitti.1560'ta İstanbul'a dönünce Şeyhülislam Ebussuud Efendi ile tanıştı ve ona daha sonra bir lamiye ( lam kafiyesi ile düzenlenmiş ) kasidesi sundu.Mirahor Ferhad Paşa gibi sarayla yakın ilişkileri olan kişilerin yardımlarıyla şiirle-
rini I. Sülayman'a ulaştırmayı başardı.Öte yandan çeşitli kasideleri ile Semiz Ali Paşa'nın da övgü-sünü kazandı.1564'te padişahın buyruğu ile mülazim olarak önce Siİivri Piri Paşa Medresesi'ne,
ertesi yıl da İstanbul'da Murad Paşa Medresesi müderrisliğine atandı.Böylece İstanbul'da meslek yaşamına başlayan Baki,I.Sülayman'a sunduğu kasideler ile edebiyattaki ününü ve yerini de pekiş-tirdi.Süleyman'ın kendi şiirlerine nazireler yazmasını istediği Baki,bu dönemde sık sık saraya kabul edildi ve aldığı ihsanlarla rahat bir yaşam sürdü.
Baki,1566'da Süleyman'ın ölümünden duyduğu acıyı,ona olan derin ve içten bağlılığını ünlü
"Kanuni Mersiyesi" ile dile getirdi.Süleyman'dan sonra tahta çıkan II.Selim'e bir cülus kasidesi sun-
du,ama yükselişlerini çekemeyenlerin etkisiyle birkaç ay sonra Murad Paşa Medresesi'ndeki göre-vinden alındı. Uzun süre işsiz kaldıktan sonra,1569'da Mahmud Paşa Medresesi'ne ve Eyüp Medresesi'ne atandı.Münşeatü's Selatin yazarı Feridun Bey'in aracılığıyla Sadrazam Sokulu Mehmed Paşa'nın korumasına giren Baki,1573'te sahn müderrisi oldu ve aynı yıl padişahın özel toplantılarına çağrılmaya başladı.II.Selim'in birkaç gazelini tahmis etti;ayrıca çeşitli vesilelerle ona methiyeler yazdı.III.Murad tahta çıktıktan sonra da yerini korudu ve 1575'te Süleymaniye Medresesi müderrisli-ğine yükseltildi.Aynı yıl kendisini çekemeyenlerin,Nami'nin bir gazelini tahrif ederek ona mal etmeleri ve bu gazelde III.Murad aleyhinde bir ima bulunması nedeniyle görevden alındı.Bunun doğru olmadığının kanıtlamasıyla sürgünden kurtulmasına karşın,1576'da Edirne'de Selimiye Medresesi müderrisliğine atanarak İstanbul'dan uzaklaştırıldı.1579'da Mekke kadılığına,ertesi yıl da Medine kadılığına gönderildi.1581'de görevden alındı ve İstanbul'a döndü.Ferhad Paşa,siyavuş Paşa ve özellikle eski arkadaşı Hoca Sadettin Efendi gibi etkili kişilerden gördüğü destekle 1584'te İstanbul kadılığına gönderildi.1586'da Anadolu kazaskeri,1591'de de Rumeli kazaskeri oldu.Ama Baki'nin emeli en yüksek dinsel görev olan şeyhülislamlıktı.Bunun için çeşitli Entrikalara bile karışmasına karşın,bu görevi elde edemeden öldü.
Yaygın ünü nedeniyle çeşitli kaynaklarda Baki ile ilgili geniş bilgi vardır.Bunlara göre Baki,zevke ve eğlenceye düşkün,neşeli hoşsohbet,yükselme hırsı olan bir kişiydi.En ciddi toplantılarda bile aklına gelen bir nükteyi söyleyiverir,eleştiriden çekinmezdi.Nükteci ve dedikoducu yaratılışı yüzünden dönemin ileri gelenlerinden birçoğunu darıltmış,değişik dönemlerde de ağır suçlamalara hedef olmuştur.Şakacılığıyla dostlar ve koruyucular da kazanmış ve yüksek düzeydeki toplantıların aranan kişisi haline gelmişti.Onun uzun zaman sözlü olarak nakledilen latifelerine eski mecmualarında ve kitaplarda da rastlanır.Baki,dönemin geleneğine uyarak Edirneli Emri,Mecdi,
Dimetokalı Deli Kerim,Tiryaki Gubari gibi şairlerle karşılıklı hicviyeler yazmıştır.Nev'i ile medreseden arkadaş olmalarına karşın,şiirlerinde karşılıklı tarizlere yer vermişlerdir.Özel yaşamında rind ve özgür davranışlı bir kişi olan Baki,adaletten ayrılmayan bir kadıydı.Fuzuli'den sonra 16.yüzyıl divan edebiyatının en büyük şairlerindendi.Döneminde çok yaygın olan lugaz,muamma ve tarih yazmayı önemsememiş,mesnevi türünden de hiç yapıt vermemiştir.Başarılı ve ünlü kasidelerine karşın,daha
çok daha çok gazel şairi olarak tanınmıştır.
Baki,dünyanın geçiciliğinden yakınan ve okuru aşk ve şarabın tadını çıkarmaya çağıran gazelleriyle ünlüdür.Şiirlerinde dünya aşkını ele alır,tasavvufi aşka yer vermez.Mersiyelerinde, methiyelerinde ve fahriyelerinde içten ve abartısızdır.Son yıllarında yazdığı şiirlerinde daha çok hakimane düşüncelerle öğütler ve yaşlılığın verdiği kötümserlik görülür.Edebiyatta geleneğe bağlı kalmakla birlikte,şiir diline yeni bir düzen ve akıcılık getirmiştir.Döneminin verdiği olanaklar içinde nazım tekniğini yetkinleştirerek bir çok büyük şairin kaçınılmaz dediği nazım kusurlarından kurtul-muştur.Kendisinden önceki ve çağdaşı şairlere göre daha anlaşılır ve sade bir dil kullanmıştır.Biçim
açısından kusursuz bir güzelliği içeren şiirleri,duygu bakımından Fuzuli'ninkiler kadar derin,Nev'i '-
ninkiler gibi içten değildir.Onun rind ve neşeli yaşam görüşü,bulunduğu çevrenin eğilimlerini yansı-tır.Yapıtları 16.yüzyıl Osmanlı toplumunun beğenisine uygun,sanat incelikleri ve hayal güzellikleri ile
doludur.Türkçeyi ustalıkla kullanan Baki'nin önemli bir yanı da,şiir diline temiz ve akıcı İstanbul Türkçesi'ni getirmiş olmasıdır.Bir çok şiirini halk deyimleriyle süslemiş ve pek çoğunda da halk diline yaklaşmıştır.
Baki yaşadığı dönemde "melikü'ş-şuara",daha çok da "sultanü'ş-şuara" sanıyla anılmıştır.Yazılı kaynaklarda "Rum sultanü'ş-şuarası"(Anadolu şairleri sultanı) sanı tek başına kullanıldığında,yalnız-
ca Baki anlatılmak istenir.16-19.yüzyıllarda Gelibolulu Mustafa Ali,Şeyhülislam Yahya,Nev'izade Atai,
Nedim,Nabi,Sabit ve Leyla Hanım gibi birçok şair onun gazellerini tahmis ve tehdis etmişler,nazire olarak gazeller ve kasideler yazmışlardır.
Baki, I. Süleyman döneminde padişahın isteği ve buyruğu ile şiirlerini bir Divan'da ( ös 1859 )
topladı.Ama sonradan pek çok şiir yazdığı için Divan'ı bütün şiirlerini kapsamaz.Başında münaca't
ve na't bulunmayan Baki'nin Divan'ının eksiksiz nüshası Sabahaddin Küçük'ün Baki'nin Divan'ı Üzerinde Bir İnceleme ( 1982, 2 cilt ) adlı doktora tezinde yer almıştır.Buna göre Baki'nin Divan'ında
27 Kaside,2 terkib-i bend,1 tecri-i bend,7 tahmis,619 gazel,24 kıt'a,1 tarih ve 38 müfred bulunmaktadır.
Baki'nin dinsel konularda da bir çok yapıtı vardır.Bunlardan Mealimü'l-Yakın fi Siret-i Seyyidi'l-Mürselin (1845'te 1. cilt;1898'de 2. cilt ), Şihabettin Ahmed bin Hatibü'l -Kastalani'nin Mevahibü'l-Ledüniyye bi'l-Minahi'l-Ahmediye adlı ünlü yapıtını temel alarak yazdığı bir siyer kitabıdır..Baki,Şafii
Mezhebinin özelliklerini yansıtan yerleri Hanefilik ilkelerine göre değiştirmiş,gereksiz ayrıntıları çıkarıp eklemeler yapmıştır..Sokullu Memed Paşa'nın buyruğuyla hazırladığı bu yapıt,Baki'nin şeri sorunlardaki ve Hanefi fıkıhındaki bilgisini göstermek bakımından önemlidir.Fezail-i Cihad,Ahmed bin İbrahim'in Meşariü'l-Eşvak ila Mesarii'l-uşşak adlı Arapça kıtabının çevirisidir.Sokullu Memed Paşa'ya sunulan çeviri,1571'de tamamlanmıştır.Gerişinin ağır ve süslü bir dille yazılmış olmasına karşın,metin sade bir Türkçeyle kaleme almıştır.Kutbeddin Mekki'nin el-İlam fi Ahval-i Bedel Allahü'l -Haram adlı yapıtını,Fazail-i Mekke adıyla çeviren Baki,kitabı 1579'da Mekke kadılığı sırasında tamam-lamıştır.Yapıt,Mekke tarihinden ve özellikle Osmanlı Padişahlarının burada kurduğu tesislerden söz eder.Atai Şakaik Zeyli'nde,Baki'nin Eyüp müderrisliği sırasında Ebu Eyyub el-Ensari'den rivayet edilen
Hadisleri toplayıp Tercüme-i Hadis-i erbain adıyla çevirdiği belirtir;ama böyle bir kitap henüz ele geçmemiştir.Bunlardan başka çeşitli mecmualarda ve Topkapı Müzesi Arşivi'nde Baki'nin bazı özel mektupları ve kadılık yaparken verdiği bazı hükümler bulunmaktadır.
BAKİ
Türk şairi ( İstanbul 1526 - ay y. 1600 ).Fatih cami müezzinlerinden Mehmet'in oğlu olan Baki
asıl adı ( Mahmut Abdülbaki'dir),babası tarafından önce bir saracın yanına çırak olarak verildiyse de,
bir süre sonra medresede okumak şansını buldu.Daha ondokuz yaşındayken,Zati'nin beyendiği bir şair olarak ün saldı.1522'de Süleymani'ye müderrisi Kadızade Şemsettin Efendi'nin derslerine girmeye başladı ve onun koruyuculuğuna sığındı.1554'te sunduğu bir kasideyle Nahçivan seferinden dönen Kanuni'nin dikkatini çekip,daha sonra,Halep kadılığına atanan hocasıyla birlikte İstanbul'dan
ayrıldı (1555).Dönüşünü (1559) izleyen yıllarda,önce danişmend (1561),ardından müderris olup (1563)
Süleymaniye müderrisliğinde,Edirne (1576),Mekke (1579),Medine (1580),İstanbul(1584) kadılıkların-da,Anadolu(1586) ve Rumeli (1592) kazaskerliklerinde bulundu.
Baki'nin şiiri,yaşamında,içinde bulunduğu ruh halinden ayrı düşünülemez;şeyhülislam olma
Konusundaki tutkusu bilinmeden,kasidelerindeki övgü ya da Kanuni mersiyesinde dile getirdiği üzüntü açıklanamaz.Zevke ve eğlenceye düşkünlüğü de gazellerini etkilemiştir.Dili kullanırken gösterdiği titizlik ve vardığı ses bütünlüğü,şiirin yüzyıllar süren etkisini açıklar.Yaşadığı çağ,her anlamda büyük bir çağ olduğundan,Baki'nin şiiri de büyüklüğü dile yansıtmış,sesin yanında rengi, hatta betimlemelerde resmi yakalamıştır.
Başlıca yapıtlarıivan ( ilk kez taşbasması olarak eksik ve yanlış basım,1859;Sadettin Nüzhet
tarafından,1935;Rudolf Dvorak tarafından Baki's Diwan,ghazelijjat, adıyla, Leyden 1908),Fezail üc-Cihad (Arapça'dan çeviri,Müslümanları savaşa teşvik amacıyla),Mealim ül-Yakin (İmam Şehabettin Ahmet'ten çeviri,genişletilmiş ve değiştirilmiş bir siyer kitabı),Fazail-i Mekke (Kutbettin Muhammet 'ten çeviri,Mekke tarihi ).
Yazarların yurt içi veya yurt dışı gezilerinde gördükleri yerlerden edindikleri izlenim ve bilgileri aktardıkları yazılara seyahatname denir. Gezmeyi iş edinen kişi seyyah veya gezgin adıyla anılır. Seyahatnamelerde temel amaç yurtiçinde yada yurtdışında görülen yerlerin tarihlerini, medeniyetlerini, doğal güzelliklerini, toplumsal yaşamlarını, gelenek ve göreneklerini tanımaktır. Seyahatnameler çoğu kez birer tarihsel belge niteliği taşımakla birlikte, yazarların izlenimlerini belli bir üslupla yansıttıklarından, aynı zamanda da birer edebi yapıt olarak değerlendirilir.
Seyahatnameler, yazarların sadece gezip görmek ihtiyacından doğmamıştır. Çeşitli savaşlar, hac ziyareti, görevle başka ülkelere gönderilen memurların yolculukları sebebiyle seyahatnameler yazılmıştır.
Yabancı ülkelere gönderilen elçilerin meydana getirdiği seyahatnamelerde, politik konuların dışında gidilip görülen ülke insanlarının zevklerine, eğlencelerine, giyim - kuşamlarına, folkloruna, sosyal, ekonomik, durumlarına dair pek çok bilgi yer alır.
Osmanlı padişahlarının komutasında çıkılan seferlerde uğranılan yerleri, yapılan işleri günü gününe anlatan ruznameler, hac yolculuğunun anlatıldığı kitaplarda seyahatname özelliği taşırlar.
Oturulan şehrin her köşesinin insanları ve bütün özellikleri ile anlatıldığı eserler de yazıldıkları yüzyıldan uzaklaştıkça ve araya yüzyıllar girdikçe seyahatname olarak kabul edilirler. Evliya Çelebi 'nin Seyahatnamesi 'nin konuk yerlerini ve bunların arasındaki uzaklıkları göstern menazil kitaplarıyla, Ayvansarayî 'nin Hadikatü 'l-Cevamii bu türdendir.
Piri Reis'in Kitab-î Bahriye 'si gibi seyahatname türüne girmeyen bazı yapıtlar yada mektuplarda da gezi izlenimlerine yer verildiği olur. Ayrıca sefaretnamelerin çoğunda seyahatname özelliklerine raslanır.
Çok eskiden beri ya zevk için, ya kesşif için ya görev gereği gezilip görülen yerlerin yazıldığı eserlerin varlığını biliyoruz. Bu eserlerin bir çoğu zamanımıza ulaşmıştır.
Türkler tarafından ilk seyahatnameler Farsça kaleme alınmıştır. Gıyasuddin Nakkas, Timur 'un oğlu Şahrah Çin 'e giderken ekibine katılmış, gördüklerini yazmıştır. Eseri Acaikül Letâif adını taşır. Ali Ekber Hatâi adlı bir tüccar da Hıtâinane adını verdiği eserini İstanbul 'da tamamlamıştır.
Ortaçağın ünlü Arap gezgini İbn Battuta 'nın İslam ülkelerinin hemen tümü ile Çin ve Sumatra gibi bölgeleri kapsayan gezilerini anlattığı Tuhfetü ''-Nüzzar fi Garaibi 'l-Emsal ve Acaibi 'l- Estar adlı yapıtı, dünyanın en ünlü seyahatnameleri arasında yer alır. Battuta 'nın daha çok Rihle adıyla anılan yapıtı, dönemin İslam dünyasının toplumsal, kültürel ve siyasal tarihine ilişkin güvenilir bir kaynaktaır.
Türk edebiyatında seyahatname türünde en önemli eser Evliya Çelebi 'nin (1611-1685) Seyahatname 'sidir. Evliya Çelebi, anlattığına göre 1630 yılında gördüğü bir düşte Hz. Muhammed 'le karşılaşınca "Şefaat ya Resulullah" diye niyaz etmiş, Peygamber efendimiz bu niyaza gülmüş ve Evliya Çelebi 'nin dileği kabul edilmiş, düşte Peygamber efendimizin yanında bulunan Sa 'd bin Ebi Vakkas adındaki sahabe, Evliya Çelebi 'ye gittiği yerlerde gördüklerini yazmasını öğütlemiştir.
Evliya Çelebi'nin gezilerinin oldukça geniş bir alanı kaplaması iki bakımdan önemlidir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu'nun komşu ülkelerle olan ilişkilerini yansıtması, ikincisi insan başarılarına ilgilendirir. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insan düşüncesinin ürettiği bütün başarıları kapsar. Bu özelliği nedeniyle Evliya Çelebi'nin yapıtı değişik açılardan bakılarak değerlendirilir.
Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir yaratı ürünü sayılır, şiir gibi ağdalı, ayaklı-uyaklı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.
Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi öznel yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan öykülerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır.
Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, dernek, eğlence, inançlar, karşılıklı insan ilişkileri, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar.
Evliya Çelebi insanlarla ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.
Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Yapıtın kimi bölümlerinde, gezilen yörenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen ünlü kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.
Evliya Çelebi'nin yapıtı dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken kullanılan sözcüklerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, sözcüklerin kullanım ve yayılma alanını saptama bakımından yararlı olmuştur. Kimi yabancı kökenli sözcüklerin söyleniş biçimi halk ağzına göredir. Bu da dilci için bir yöre ağzının oluşumunu anlamaya yarar.
Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına karşın, bilimsel bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.
Türk edebiyatındaki öbür önemli seyahatnameler arasında Seydi Ali Reis 'in Miratü 'l-Memalik 'i (1895), Hacı Mehmed Edip bin Mehmed Derviş 'in Menasikü 'l-Hac 'î (1808), Nabi 'nin Tuhfetü 'l-Haremeyn 'i (1849), Bursalı Hâtif 'in manzum Seyahatname 'si, Ahmed Midhat 'ın Avrupa 'da Bir Cevelan 'î (1890), Ahmet İhsan 'ın (Tokgöz) Avrupa 'da Ne Gördüm 'ü (1891), Direktör Âli Bey 'in Seyahat Jurnali (1897) adlı yapıtı, Cenab Şahabeddin 'in Hac Yolunda (1909), Afâk-î Irak (1917), Avrupa Mektupları (1919) gibi yapıtları, Falih Rıfkı Atay 'ın Deniz Aşırı (1931), Taymis Kıyıları (1934), Bizim Akdeniz (1934), Tuna Kıyıları (1938), Yolcu Defteri (1946) adlı kitapları, Ahmed Haşim 'in Frankfurt Seyahatnamesi (1933) adlı yapıtı, Reşat Nuri Güntekin 'in Anadolu Notları (1956), Nadir Nadi 'nin İki Sovyet Rusya-İki Polonya 1935-1956 (1967) adlı kitabı, Azra Erhat 'ın Mavi Yolculuk (1962), Melih Cevdet Anday 'ın Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan (1965) adlı yapıtı sayılabilir.
Batı 'da seyahatname türünün ilk örnekleri arasında İS 1. ve 2. yüzyıllarda yaşayan Strabon ve Pausanias gibi Eski Yunanlı coğrafyacıların Antik Çağ halkları, ülkeleri ve inanışları üzerine değerli bilgiler içeren kitapları sayılabilir. Marko Polo 'nun 13. yüzyılın sonlarına ait gezi yazıları ise, belirli bir edebi düzeyi olan ilk seyahatnamedir. 18. yüzyılda yaşamış İtalyan serüvenci Casanova ile Giuseppe Baretti de (1719-89) bu türde önemli yapıtlar ortaya koymuşlardır.
Romantizm Döneminde düzyazıedebiyatın önemli bir bölümü seyahatnamelerden oluşuyordu. Çünkü romatikler doğaya, uzak ve yabancı olana ve yerel renklere düşkündüler; ayrıca yabancı ülkelere yapılan yolculuklar onlar içinkendi yıpranmış kişiliklerden uzaklaşma anlamına geliyordu. Goethe 'nin 1786-88 arasındaki İtalya yolculuğunu anlattığı yazıları, romanlarının çoğundan daha çok ilgi toplamıştı. Nikolay Karamzin 'in Pismo russkogu puteşestvennika (1791-92; Bir Rus Gezgininin Mektupları) adlı yapıtı, Rus Romantizminin ilk ürünlerinden biridir. Romanlarının konusunu yalnızca yaşadğı çevreden seçen Rus romancı İvan Gonçarov 'da Fregat Pallada (1858; Pallas Fırkateyni) adlı yapıtında bir dünya turunda edindiği izlenimleri aktarır. Andrey Beli 'nin eşsiz yapıtı Peterburg (1913-14), mitolojik boyutlarıyla da işlenen Petersburg kentinde yapılmış bir gezinin notlarıdır. Alman düşünür Hermann Keyserling 'in Asya üzerinde izlenimlerine yer veren Das Reisetagebuch eines Philosophen 'i (1919; Bir Filozofun Gezi Defteri ) ve D. H. Lawrence 'ın Sardinya, Etrüsk İtalyası ve İtalyanlar üzerine yazıları da, seyahatname türünün önemli örneklerindendir. 1. Dünya Savaşı 'ndan sonra gezi edebiyatı, Blaise Cendrars 'ın Emmène-moi au bout du monde (1956; Beni Dünyanın Öbür Ucuna Götür) adlı romanında yansıttığı gibi, savaşı yaşamış kuşağın bilinmeyen yerlere yapılan geziler ve serüven yoluyla kendini yeniden keşfetme isteğine koşut olarak metafizik ve yarı dinsel bir boyut kazanmıştır. Öte yandan 20. yüzyılda gezinin çok yaygınlaşmasıyla birlikte gezi edebiyatı eski önemini yitirmiştir.
Fuzûlî Kimdir ?
Divan Şiiri Nedir ?
Hazırlayan: Fatih Algün
Fuzûlî
Fuzûlî Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Fuzûlî'nin ünü Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarını aşarak İran ve Azerbaycan'a da ulaşmıştır. Bir aşk şairi olan Fuzûlî'nin özellikle ilâhî aşkı dile getiren doğu şairleri arasında da üstün bir yeri vardır. Ayrıca dünya edebiyatının lirik şairleri arasında yer alır. Fakat Fuzûlî'nin yayılma imkanı bulduğu alan Osmanlı topraklarıdır.
Şöhretine rağmen Fuzûlî'nin doğduğu tarih ve yer tam olarak bilinememektedir. Fakat 1480 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Hille müftüsü Süleyman Efendi'nin oğludur. Hille'de doğduğu ömrünü Bağdat, Hille, Necef veya Kerbelâ'da geçirdiği tahmin edilmektedir. 1556 yılında Kerbelâ'da veba salgınında ölmüştür. Kabri oradadır. Fuzûlî'nin soyu Oğuzların Bayat boyuna dayanmaktadır.
Fuzûlî'nin asıl adı Mehmet'tir. Şiire başlayınca çeşitli mahlaslar kullanmış, başka şairlerinde bu mahlasları kullandıklarını görünce hepsini bırakmış ve Fuzûlî'yi mahlas olarak seçmiştir. Fuzûlî'nin gereksiz ve beyhude anlamları vardır.
Hayatının ne ile ve nasıl geçirdiğine dair açık olarak bir bilgiye rastlanmamaktadır. Bağdat ve civarında doğup büyümüş, dar bir hayat coğrafyasına karşılık ilim tahsilinden geri kalmamış ve devrinin ilimlerini öğrenmiş, hatta şiirin bile ilimsiz olamayacağı fikrini edebiyatımıza getirmiştir.Bilimsiz şiiri temelsiz duvara benzeterek şiir söylemek için devrin bütün bilimlerini öğrenmek gerektiğine inanmıştır.
Büyük bir şair ve tanınmış bir bilgin olmasına rağmen Fuzûlî, bütün ömrünce layık olduğu değeri, huzuru ve şöhreti bulamamış, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşamıştır. Aslında o, acı çekmekten şikayet etmez. Öncelikle aşk ıstırabının insanı olgunlaştıracağına inanır.
Fuzûlî, Divan şiirinin süse, hünere önem verdiği bir çağda bilgi, görgü ve düşünce yüklü şiirler söylemiştir. Bunlar doğal bir söyleyişle gerçekleştirilmiştir. Fuzûlî'nin şiirlerinde aşk, ıstırap, fedakarlık vardır.
Fuzûlî, aşkı şiiri süsleyen bir unsur değil hayatın ve gerçek mutluluğun bir gereği kabul eder. O şiirlerinde ilahi aşkı işlemiş, İslam dünyasında aşkın acı ve ıstıraplarıyla ilahi aşkı, en iyi birleştiren şair olarak tanınmıştır. Leyla ile Mecnun mesnevisinde beşeri aşktan ilahi aşka yükseliş, Türkçe'nin en ince, en zevkli ifadeleriyle anlatılmıştır.
Fuzûlî, gazel şairi olarak tanınmıştır. Gazellerinin konusu aşktır. Fuzûlî üç dilde çok sayıda eser vermiş bir şairdir. Arapça ve Farsça'yı bu dillerde başarılı şiirler söyleyecek kadar iyi bilinmesine rağmen Türkçe'ye önem vermiş. Divan şiirinin o çağda en güzel, en sade şiirlerini yazmıştır.
Istırap ve insan kaderiyle doğrudan doğruya temas halinde görülen Fuzûlî, eski şiirin dilini ve modalarını kendi meseleleri için kabul etmiştir. Ancak Fuzûlî dile kolayca şekil alma kabiliyeti ile yumuşaklık, rahatlık ve olgunluğu getirmiştir. Şiirimizin pek çok söyleyiş mükemmelliğini kendisinde bulan şair, dil ile ustaca oynardı.İşte bu yüzden Fuzûlî'nin şiirlerinden yüzlercesi bestelenmiştir.
O nesir alanında da eserler vermiştir. Fuzûlî'nin Şikayetname adlı eseri, Divan nesrinin başarılı örneklerindendir. Şair, kendisine bağlanan maaşı ödemekte güçlük çıkaran evkaf memurlarını, Nişancı Mustafa Çelebi'ye yazdığı bu mektupla şikayet etmiştir.
Fuzûlî birçok şairi etkilemiş, Bâki, Yahya, Hayalî, Nabî, Nedim, Şeyh Galip gibi şairler Fuzûlî'nin şiirlerine nazireler yazmıştır. Sadece Divan şairleri değil halk şairleri de ondan etkilenmişlerdir.
Fuzûlî'nin başlıca eserleri: Türkçe Divan, Farsça Divan, Hadikatü's-Süedâ, Su kasidesi, Bağdat kasidesi, Bengü ü Bâde, Şikayetname, Enîsü'l-Kalp, Leyla ile Mecnun, Hadis'i Erbain Tercümesi, Sâkînâme, Risâle-i Sıhhat ve Maraz, Rind ü Zahit, Risâle-i Muamma, Hüsnü aşk, Matlav-li-itikat, Şâh u Geda'dır.
Aşağıda Fuzûlî'nin yazmış olduğu "Su Kasidesi" bulunmaktadır :
Su Kasidesi
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
Günümüz Türkçesiyle
Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan
su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda
vermez.
Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa
gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök
kubbeyi kaplamıştır, bilemem.
Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden
benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim
akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana
getirir.
Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim
yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen
kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.
Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile
mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine
su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.
Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi,
gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar
uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki
tüylere benzetemez.
Divan Edebiyatı
Divan edebiyatı, Türklerin İslamiyeti kabul etmeleriyle 11.yüzyılda Karahanlılar devrinde Maveraünnehir'de ve 13. yüzyılda bilhassa Anadolu'da ortak İslam kültür ve medeniyetinin tesirinde ortaya koydukları edebiyata verilen bir isimdir.
Divan edebiyatı; başlangıçta, belki "divan" kelimesinin taşıdığı manalar içinde değerlendirilmiş ve gelişmiştir. Ancak "Divan" kelimesinin sözlük manalarına ilave olarak, edebiyatımızın bir devresine adını verecek kadar gelişmiş, kendine has, bir kimlik kazanmıştır.
Divan Şiirleri :
Şairlerin, şiirlerini divânlar içinde toplaması sebebiyle "Divan Edebiyatı" olarak isimlendirdiğimiz bu edebiyatta şiir en mühim unsur sayılır. Ancak divanlar dışında aynı sanatkara ait başka pek çok şiirin ve nesrin de bulunduğu düşünülürse"Divan Edebiyatı"isminin dar manada kaldığı, bu edebiyatın bütününü ifade etmediği görülür.
Kaynakları :
Kur'ân-ı Kerim, Hadis-i Nebevi, Kısas-ı Enbiya, Tasavvuf, Diğer İslam-i Edebiyat Türleri, Yerli malzeme, Batıl ve Hakiki Bilgiler.
Dil ve Üslup :
Divan edebiyatının dili, 15.yüzyıla kadar Arap ve Acem dillerinin tesirinden uzak kalmış, bu asırla birlikte Arapça ve Farsça kelimeler Türkçe'ye önemli miktarda girmiş ve kullanılmıştır. Sonraları şiir ve nesirde kullanılan bu kelimelerin sanat anlayışı içinde kullanılmasıyla üslubun esası meydana gelmiştir.
NEDİM ( 18. yüzyıl )
Malumdur benim sühanım mahlas istemez
Fark eyler anı şehrimizin nükte-danları ,
diyen Nedim Istanbulludur. Istanbul kültürü ile bezenmiş ,ayrıca iyi bir medrese eğitimi almıştır.
18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Imparatorluğu bir rehavet dönemine girmişti. Sanatkar ruhlu ve eğlenceyi seven bir padişah olan III.Ahmed ve onun sadrazamı Nevşehirli Ibrahim Paşa zamanında Istanbul bir çok güzel saray, yalı, köşk, medrese ve bahçeler kazanmıştı. Buralarda yapılan eğlenceler, o dönem Istanbul'unu daha da muhteşem bir parıltılar dünyası haline getirmişti. "Lale Devri " adı verilen bu dönemde sanatçılar devlet adamlarının çok yakınında yer almışlar, şiirlerinde o günkü yaşantıyı dile getirmişlerdir.
Nedim , bu devirde Sadrazam Nevşehirli Damat Ibrahim Paşa'nın yanından ayırmadığı yakın arkadaşıdır.Padişahın da sevgisini kazanmış, Sadabad eğlencelerinde, Çırağan safalarında ,çeşitli ziyafetlerde , Boğaz gezmelerinde , bayram törenlerinde , helva sohbetlerinde yer almıştır.
Hattın gelicek aşıkına buse mukarrer
Helva gecesidir hatın ey lebleri sükker
Helvalara söz yok hepisi nazük ü şirin
Hoş cümlesi amma ki efendim leb-i dilber
hatt:Yazı,mektup
gelicek::Gelince
buse mukarrer:Öpücükle bitirilmiş
lebudak
sükker:Şeker
leb-i dilber: Dilber dudağı
Bu arada devlet tarafından kendisine verilen rütbelere , hediyelere, makamlara, şiirleri ile teşekkür etmesini bilen şair , sevincini ve memnuniyetini şöyle dile getirir.
Bir iki gün dideden oldunsa pinhan bari gel
Bir neşat-aver haberle hüdhüd-i bina gibi
Söyle kim milk-i Seba'nın var mı bir pirayesi
Kasr-ı zerrin-tak-ı Sadabad-ı nev-peyda gibi
Bahusus aram ede sadrında bir mihr-i kemal
Hazret-i Sultan Ahmed Han-ı milk-ara gibi
Hem anın dahi ola pişinde bir bedr-i tamam
Asaf Ibrahim Paşa'yı cihan-ara gibi
dide:Göz
pinhan:Gizli
neşat-averevinç getiren
hüdhüdüleyman Peygamber ile Seba melikesi Belkıs arasında haber getirip götüren kuş
milk-i Sebaeba ülkesi
pirayeüs
Kasr-ı zerrin-tak-ı Sadabad-ı nev-peyda:Yeni yapılmış Sadabad takının süslü kasrı
bahusus:Özellikle
aram etmek:Eğlenme, dinlenme, istirahat etme
sadr:Herşeyin önü, başı, ilerisi
mihr-i kemal:Batmak üzere olan güneş
milk-ara:Ülkeyi süsleyen, güzelleştiren
pişindeeşinde
bedr-i tamam: Dolunay
cihan-araünyayı süsleyen, güzelleştiren
18. yüzyıl kültür ve medeniyet alanında da çok hareketlidir.Ilk Türk matbaası kurulmuş, Yalova'da kağıt imalathanesi açılmış, Istanbul'da kumaş fabrikası kurulmuştur. Ayrıca bu dönemde çini imal edilmeye başlanmıştır. Bunlar Avrupa'dan geri kaldığının farkına varan Osmanlı'nın belki de ilk ileri hamleleridir.
Divan şiirinde çok verimli bir dönem olan bu günlerde bir çok şairler yetişmiş, hatta aralarında gizli bir rekabet oluşmuştur.
Osmanzade Taib adında o dönemde " Reis-i Şairan" unvanını almış bir şair, devirinin şairlerini bir şiirle tanıtmış, ama Nedim'den hiç bahsetmemiştir. Buna içerlenen Nedim şu mısralarla karşılık vermiştir.
Zahirde eğerçi cümleden ednayız
Erbab-ı nazar yanında liyk a'layız
Saymazsa hesaba n'ola ahbab bizi
Biz zümre-i şairanda müstesnayız
zahir:Açık, belli
eğerçi:Her nekadar
cümle:Herkes
edna:Aşağı
erbab-ı nazarüşünce ehli
liyk :Ancak
zümre-i şairan:Şairler zümresi
ŞEYH GALİP (18 . yüzyıl)
Zannetme ki şöyle böyle bir söz
Gel sen dahi söyle böyle bir söz
diyerek kendine ve sanatına olan güvenini ortaya koyan Şeyh Galip, 18. yüzyılın ikinci yarısında Istanbul'da yaşamıştır. Galata Mevlevihanesi'nin şeyhidir.
Devrin padişahı III.Selim, Mevleviliğe ilgi duymuş, Şeyh Galip 'in Galata Mevlevihanesi'ndeki dergahını sık sık ziyaret etmiş, onu şeyhi bilmiş, memnun etmiştir.
Şeyh Galip de sık sık sarayda misafir edilmiş, padişah ve ailesi tarafından hep saygı, sevgi görmüştür.Bazı söylentilere göre Mevlevi dergahının genç şeyhi ile Osmanlı sarayının güzel kızlarından Beyhan Sultan arasında bir aşk yaşanmıştır.Iki genç birbirini sevmiş ama aralarındaki aşk ,açığa çıkmamıştır.Şair, şiirlerinde mısraları arasına gizlediği aşkını,
Senden ey şuh ben ümmid-i visal eylemedim
Tab'ıma hadşe verüp fikr-i muhal eylemedim
Ruz-ı aşkı şeb-i tarik-i hayal eylemedim
Zülf-i kafir gibi inkar-ı cemal eylemedim
Kakülün ah ile berhemzede-hal eylemedim
Havf edip gamzene bir harf sual eylemedim
Kalmadı sabra mecalim bilemem isyanım
Daha yetmez mi tegafüle garaz Sultanım
diyerek dile getirmiştir.
ümmid-i visal:Kavuşma ümidi
tab:Yaradılış, huy, tabiat
hadşe:Vesvesi, merak, manevi rahatsızlık
fikr-i muhal: Imkansız düşünce
ruz-ı aşk:Aşk günü
şeb-i tarik-i hayal:Hayal yolunun gecesi
zülf-i kafir:Nankör zülf (görünen saç)
inkar-ı cemal:Güzelliği gizleme
berhemzede-hal:Karmakarışık hal
havf etmek:Korkmak
gamze:Yan bakış
tegafül:Anlamamazlıktan gelme
garaz:Kin, düşmanlık
Galip, hocası Neş'et'ten ders alırken kendisine " Es'ad " mahlası verilir. Bu arada şair, kendine güvenin sembolü olan " Galib" mahlasını kullanıyordur.Devrin bir çok şairi kısa zamanda şöhrete ulaşan bu kabiliyetli şairi kıskanırlar. Dönemin hicivci şairi Sururi, iki mahlas kullanan Galip'i şöyle hicvediyor.
Bilmem ey menhus adın Es'ad mıdır Galib midir
Zatını tarif kıl kimsin kime mensupsun
Gerçi dersin şairane bir tegallüb eyledim
Piş-i erbab-ı sühande Galib-i mağlubsun
Halbuki bu mısraları yazan Sururi de iki mahlaslı idi. Eski mahlası "Hüzni" idi. Galip kendisi için söylenilenlere hiç bir zaman cevap vermedi. Devrin bir başka şairi dayanamayıp bu eleştirilere şöyle cevap verir.
Mağrurluğun olmada günden güne efzun
Şayeste idi mahlasın olsaydı gururi
Galip görünen Es'ad'a mağlub diyorsun
Hüzni'yi unuttun mu ne yaptın a Sururi
menhus:Uğursuz
tegallüb:Üstünlük
piş-i erbab-ı sühanöz erbabının önü
mağrur:Gururlu
efzun:Çok, yukarı, fazla
şayeste:Yakışır
KEÇECİZADE İZZET MOLLA (18.-19.yüzyıl)
Mevlevi tarikatına bağlı , derviş ruhlu, olgun bir insan olan Izzet Molla, nüktedan bir şairdir.Dürüst tabiatlı, kendisine yapılan iyilikleri unutmayan bir insan olduğundan , çok iyilik ve iltifatlarını gördüğü Halet Efendi 'nin idamı üzerine , bu önemli adamın aleyhine dönmemiş, onun medheden, düşmanlarını yeren şiirleri yüzünden Keşan'a sürülmüştür. Keşan'a gidişini, yolculuğunu ve orada yaşadıklarını Mihnet-Keşan adlı eserinde hikayeleştirmiştir.Keşan'da ,Keşan caminin imamı ile yaşadığı hadise, enteresan bir hicviyedir.
Imam efendi, Keşan'a bir şairin sürgün edildiğini duyunca onu saz şairi sanmış.Bir gün Izzet Molla'dan saz çalmasını istemiş. Imam şaire şöyle demiş
Işitdik ki siz şair-i şahsız
Maarif semavatına mahsız
Değil haddimiz gerçi çaldırma saz
Gönül bir iki nağme eyler niyaz
Molla , imamın cahilliğini anlamış fakat kalbini kırmak istemediğinden Keşan'a sürülmesinin sebebini de izah eden şu mısraları söylemiş :