Eski zamanlardan birinde, bir köyde iki komşu yaşarmış. Bunlardan biri çok budalaymış. İki lafı bir araya getirip sohbet edemez, dünyada, çevresinde olup bitene akıl erdiremezmiş. Ama nasıl olmuşsa, parası da bolmuş. Yani dünyada bir skıntısı yokmuş.
Diğer komşu ise çok akıllıymış akıllı olmasına ama, bunun da hiç parası yokmuş. Hem de öylesine büyük bir yoksulluk içindeymiş ki, çocuklarına verecek ekmek bile bulamazmış. Bütün varlığı bir kazmış. Onu gözbebeği gibi korurmuş.
Fakat üç gün süren bir açlığın ardından kazını kesip çocuklarına yedirmek zorunda hissetmiş kendini. Yoksul komşu böylece kazı pişirmiş, çocuklarının önüne sofraya koymuş, ama ekmekleri yokmuş.
"Kazın bir kısmını ağaya götürürsem herhalde bana biraz un verir" diye düşünmüş ve kızarmış kazı tepsiye koyup soluk soluğa ağanın evine varmış.
"Ağam" demiş, "kızarmış kaz getirdim size. Lütfen kabul edin. Biraz un verirseniz karşılığında, memnun olurum."
"İki oğlum, iki kızım var. Karımla ben de varım. Bu kazı bizlerin arasında eşit olarak pay edersen sana mükafat veririm. Eğer iyi pay edemezsen yirmi beş değnek var" demiş ağa.
Yoksul köylü eline bir bıçak almış ve kazın kafasını kesip ağanın tabağına koymuş ve şöyle demiş:
"Ailenin başı sensin, kazın başı da senin."
Tavuğun gerisini kesip evin hanımına uzatmış:
"Evi koruyan, geri planda her şeyi kuran sensin."
Tavuğun bacaklarını kesip oğlanlara uzatmış:
"Babanızın yolundan gidin."
İki kanadı da kızlara vermiş
"Nasıl olsa bir süre sonra evlenip, kanatlanıp gidecekseniz."
Gövdesini de kendine almış:
"Biz köylüler ince işlerden anlamayız. Kazın kalan kısmı da benim olsun!"
Köylünün kazı bu şekilde bu pay etmesi ağanın çok hoşuna gitmiş. İnce zekalı ve espirili köylüye iki çuval un vermiş.
Köylü de hemen unları evine götürmüş, ekmek yapıp kazın yanında çocuklarıyla yemişler. Bütün aile bir güzel karnını doyurmuş.