Hac, kendi ekseni etrafında dönüp duran hayatın en önemli türbülansıdır. Hacca çağrılan her insan, aslında, kulluğunu sahihleştirme adına alır bu daveti. Kıblesi Mekke kadar sahici olacaktır bundan böyle. Secdesi, Kâbe kadar gerçek olacaktır artık. Allah'ı birlemesi Kâbe'yi tavaf eden insanlar sayısınca yeni ve canlı şahitler kazanacaktır. Bir bakıma belki ilk defa müminin gördüğü, müminin inandığı olacaktır. İmanı elle dokunulur, gözle görülür hale gelecektir. Bu yüzden, hele de hacca ilk gidenler nasıl bir davet aldıklarını fark etmezler, fark edemezler. Nereye doğru gittiklerini de bilmezler, tahmin edemezler.
İçimizden çağrılı olanlar bedendeki kanın kalbe uğrayan kısmına benzer. Onlar bedenin kalbine gider gibi, varlığın kalbine, yani, hepimizin yenilendiği, tazelendiği, yeniden inanma heyecanı yüklendiği o kudsî odaya girer gibidirler. Bize o tazeliği bulaştırmak üzere dönerler aramıza.. . O halde, neden her birimiz bizim adımıza varlığın kalbini dolananlara, imanın sadrını dolduranlara eşlik etmeyelim. Hiç olmazsa hâyâlen, hiç olmazsa onları heyecanlarını gündelik telaşlarımızın içinde bir koleksiyon gibi taklitle yaşayarak, yaşatarak. Gidenlerin ardından ruhumuzla gitmek de güzel değil midir? Haydi, öyleyse düşün peşime&
İşte şimdi ihramımı kuşandım. Birliğin sembolü, sadeliğin nişanesi ihramın içinde yalın ve etiketsiz bir insan oluverdik. Ne milliyetimiz var, ne makamımız, ne kimliğimiz ne ismimiz. Kâbe'nin eteğinde, ümmetin birliğinde erimek üzere nefsimiz şimdi. Bir havuzu kazanmak adına havuzda eriyen benliğimizin çözülmesini hissederek yürüyorum. Herkesle beraber, herkes gibi çokluğumu bir'de eritmeye gidiyorum.
Her gün beş vakit Kâbe'ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küllî terkedişleri içeren bir uzun ve keskin seferdir.
Ve şimdi tavaftayım. Bir selâm, sadece bir selâm ile katılıyorum Bir olanın birliğini et ve kemikleriyle, söz ve dilleriyle gösteren kalabalığa. Kâbe'ye varıp, kıbleye dönerek, ben-merkezimin yörüngesinden çıkıyor, Rabbimin isteklerinin çekim alanında tavafa giriyorum. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terkedesin, kendi heva ve hevesinin etrafında pervâne olmaktan vazgeçesin.
Şimdi Safa'Merve arasında yedi kez koşuyorum. Kimden kaçıyorum? Kime koşuyorum? O'ndan kaçıyor ama yine O'na koşuyorum. O'nun kahrından kaçıp yine O'nun lûtfuna koşuyorum aslında. O'nun bu halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, O'nun lâyık olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşuyorum, sığınıyorum..
Ve şimdi Arafat'tayım. Şimdi Onu tanıma sırası. Arefe O'nu bilme zamanı, Arafat O'nunla bilişme, muarefe etme mekânı. Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia ''Bana ev değil komşu lazım'' demişti ya. Şimdiye dek ''ev'' etrafında dönüp durduğum yeter, artık ''komşu''yu tanıma zamanı. ''Kâbe''den ayrıl; şimdi Bana Kâbe'den daha yakınsın!'' diye fısıldanıyor kalbime.
Arefe'nin akşamında, güneş Arafat'tan kaybolurken, ben de benliğimin yalancı aydınlığını kalbimin karasında yitirmeye çalışıyorum. Beyazlara bürülü bedenimi yanıma alıp, ''Arafat'tan boşanan'' kullara karışıyorum... Meş-ar'e doğru ak!'ıyorum. Kendini unutup, yalnızca ''Allah''ı hatırlamakla meşgulüm. O nasıl beni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl beni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, ben de O'nu öylece hatırlıyorum, anıyorum. ''Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin.'' (Bak. Bakara 198).
Ve Mina. Ve haşir sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının dürtmesiyle kendi yalnızlığımdan diriliyor, mahşerin kalabalığına karışıyorum. Me-ar'in içe doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Ben de tıpkı çölün kumları arasından kopardığım taşlar gibi, arzın beni bağlayan zincirlerini kırmak üzereyim. Gelen bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur.
Hayır, hayır. Elimdekiler taş değil! Taşları şeytana fırlatırken bendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı da şeytana savuruyorum. Cehaleti ve gafleti kendimden uzaklaştırmak niyetim, şerri elimden taşlar gibi savurmalıyım ki, O'na kurbiyetim yani yakınlığım artsın, kurbanım O'na yakınlık vesilem olsun.
İşte, ruhumuzu çokluktan bire, muhitten merkeze doğru çeken, hayatımızın kristalleştiği ölüm anına yakınlaştıran hacca böylece yakınlaşabiliriz diye düşünüyorum. Belki böylece kulluğumuzun sınanacağı keskin sıratlara ayaklarımızı değdirebiliriz. Böylece ''hesap günü''ne giden yol üzerinde biraz olsun konaklayabiliriz.
Ben varlığın kalbine dolup döneceğim, inşallah. Ve size taze kan borçlu olacağım.