60'lı yaşlara yaklaşmış birisi olarak dönüp geriye baktığımda, mutluluk tespihimdeki boncukların keyfini çıkarıyorum. Yine de biraz özlem, biraz hüzün duyduğum, biraz da keşke dediğim bazı şeylerin olduğunu da görüyorum.
Anne-Baba dediğim dört insan (Annem-Babam, Eşimin Annesi-Babası) artık yok. Benim yaşımda birisi için kabul edilebilir bir durum bu !
Ama, genç yaşta annesiz-babasız kalmak. Anne-baba olup ta hatırlanmamak. Daha önemlisi hayat sizin için ne demek. Nasıl yaşıyorsunuz. Bunları düşündünüz mü hiç?
Bazı şeylere 'Daha çok var' deseniz de, işte hayatın gerçekleri
Beklenmeyen bir ölüm! Ama, hangi ölüm beklenir ki? Yıllardır beraber yaşadığınız, her gün aynı ortamı paylaştığınız, acılara ağlayıp, sevinçlere beraberce güldüğünüz insan, bir gün çekip gidiyor. Bir daha dönmemek üzere hem de. Hatta, o gitmiyor da siz alıp bir çukura koyuyorsunuz onu. Ama, ölüm bu işte! Oysa, hayat devam ediyor ve ölenin sadece maddi varlığının ortadan kalktığını, anılarınızda her an yaşadığını, sizinle beraber olduğunu düşünerek, bir parça avunabiliyorsunuz. Şimdi düşünüyorum da yaşamın kıymetini biliyor muyuz ki, ölüm hakkında böyle ahkam kesebiliyoruz ? Geçmişe baktığımızda hayatın ne çabuk akıp gittiğini sıklıkla tekrarlarız. Ama, zamanımızı bonkörce harcamaktan da geri kalmayız. Geleceğe bakmak, bir ucu açık bir zaman dilimini düşünmektir. Ne zaman ölecegimizi bilmediğimiz için hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir çoğumuza. Yaşamın fani olduğunu sıklıkla tekrarlayanlar bile, geleceğe yönelik hesaplarında ne kadar iyimserdirler. Ölümün hep uzak bir noktada olduğu düşünülür ve bir mirasyedinin savurganlığıyla günler geçirilir. Kaç yaşında öleceğimizi, kaçımız düşünmüşüzdür? 40'lı yaşlarında olan birisi, gelecek hakkında ne düşünür? Gençlik yıllarını düşündüğü zaman hayıflanmaktan geri kalmaz ve zamanın ne kadar çabuk akıp gittiğinden dert yanar. 20'li yaşlarını, okul yıllarını, askerlik dönemini daha dün gibi hatırladığını söyler, nostaljik bir heyecan içinde. Söz konusu olan dönem yaklaşık yirmi yıl öncesidir. Ama aynı kişi, yirmi yıl sonrasını aynı yakınlıkta hayal etmez. Bir gün 60'lı yaşlara varacağını bilir elbette, ama daha çok vardır o günlere. Koskoca bir yirmi yıl! Geçmişi düşünürken "ne çabuk da geçti!" dediğimiz yirmi yıl, geleceğe bakarken "koskoca bir yirmi yıl!" olur. Üstelik çoğumuz, hayatımızı istediğimiz bir şekilde de yaşamayız. Çogu zaman böyle yaşamak zorunluluğuna inandırmışızdır kendimizi. Ya da varolan şartlar içinde en iyisinin bu olduğuna razı olmuşuzdur. Yaşam o şekilde akar gider ki, gerçekten en iyisinin bu mu olduğunu sorgulamak için bir fırsat bile vermez bize. Bırakın tek ağaçları, ormanı bile göremeyiz bir türlü. Hayatımız çoğu zaman bizim seçtiğimiz değil, sunduğuna inandığımız biçimde akar gider. Kendimiz için değil de başkaları için yaşarız çoğu kez. Ama kendimiz için de yaşadığımıza, böyle yaşamamız gerektiğine de en önce kendimiz inandırırız kendimizi. Buna sağduyulu olmak deriz, bir de. Peki, hangimizin ileriki yıllara ertelediğimiz işleri yapma garantimiz var? Bırakın yıllar sonrasını, iki-üç gün sonrasını, hatta iki-üç saat sonrasını görebileceğimizin garantisi var mı? Bu yaklaşım, çoğu kişiye çok karamsar görünebilir. Bir bakıma öyledir de. Ama, iyimser olanların da iyimserliklerinin bir garantisi yoktur. O iyimserlikleri boşa çıkaran olaylar meydana geldiğinde, hayal kırıklığı çok daha büyük olmakta ve son pişmanlık da fayda etmemektedir. Zaman ikame edilemeyen tek varlığımızdır. Ama, onu gereksiz işler için harcamakta ne kadar da rahatızdır. Oysa yitip giden zaman değil, bizzat varlığımızdır. Zamanımızın ve emeğimizin çoğunu bize doğrudan katkı yapmayan işler için kullanırız. Yaşamımızı güzelleştirmek, derinleştirmek için zaman ayırmak bir yana, insanı insan yapan en önemli özellik olan düşünmeyi ve sevmeyi, diğer işlerimizden arta kalan zamana sıkıştırırız. Çoğu kez böyle bir fırsatımız bile olamaz, hayatın akıp giden yoğun temposu içinde. Bu tempo ne hayatı ne de kendimizi sorgulamamıza fırsat tanımaz. Sürecin peşine takar bizi, şartların kölesi yapar. Ehven-i şeri benimsememizi meşrulaştırır. Oysa en büyük şer, ehven-i şerdir. Kötünün iyisine razı olmuşluğumuzu meşrulaştırmaya da 'Gerçekçilik' deriz çoğu zaman. Böyle bir yaşamı "Hayvansı veya ot gibi yaşamak" diye tanımlasam, çok mu abartmış olurum acaba? Düşünün bakalım, en son ve ne zaman birisine 'Seni Seviyorum' dediniz? İnsanın kendine ve sevdiklerine zaman ayıramadan ya da onları arta kalan zamana sıkıştırarak yaşamasının, vade doldurmaktan ne farkı vardır? Sadece bunu yüksek sesle itiraf etme cesareti gösterilmez, yaşamın dayatmasına masumca boyun eğilir ve kabullenilir. Ölüm kapıyı çaldığında ise, artık çok geçtir.
"Ölüm, adildir" demiş, bir acem şairi. "Aynı haşmetle vurur şahı fakiri..."
Böyle diyor ama, ölüm de yaşam kadar adaletsiz bir bakıma...
Yaşamın adaletsizliğini yaşayarak görüyoruz çoğu kez ama, ölümün adil yada adaletsiz olduğunu anlamak için ille de ölmek mi gerekiyor?
Herkesin ölümcül bir hastalığı vardır. Bir gün, bir yıl, 80 yıl sonra da olsa...
Günlerin sayılı. O halde daha ne bekliyorsun?
Yüzüne söyle, telefonda söyle. Bugün en az bir kişiye ''SENİ SEVİYORUM'' de
çok haklısınız güzel bir konu açmışsınız.tebrik ediyorum öncelikle
hep bir çekinme hep kendimizde bir kısıtlama vardır sevdiğimizi söylerken birine.aslında sıkça söylesek belki daha iletişim kolay olucak ama gerek duymayız hep erteleriz
taaki bi ölüm bizi sarsana kadar..uzun yıllar babama sıkıca sarılmadığımı farkettim hep istedim ama yapamadım..taki bi gün dedemi kaybedene kadar .babam dedeme bir daha sarılamıcaktı ve onu sevdiğini söyleyemicekti ..ertelememek lazım geçkalmaktan korkmalıyız..şimdi babamı her gördüğümde sıkıca sarılıyorum.