Kur'an'in son sûresi olan Nâs suresi ile birlikte bu iki sûreye "Muavvizeteyn"* (siginma sureleri) denilir. Bunlarin Mekkî mi Medenî mi olduklarina dair herhangi kesin bir rivayet yoktur.
Felâk suresi bes ayettir. Konusu, yaratiklarin serri, hased ve sihirdir. Nüzûl sebebi hakkinda da degisik bilgiler verilmistir. Bunlardan en yaygin olaninda; Lebid b. Asam adli bir yahudi büyücü Hz. Peygamber (s.a.s.)'e onu yok etmek için büyü yapti. Melekler Allah Resulu'ne büyüyü bildirdi. Cebrâil de Muavvizeteyn sûrelerini Cenab-i Allah katindan getirerek, onu büyüden kurtardi. Mu'tezile mezhebi, Hz. Peygamber'e büyü tesir etmez diyerek bu görüsü reddetmektedir .
Felâk suresinin fasilasi Dal, Be, Kaf harfleridir. "Be", ortada yalniz olarak tam manasiyla bir fâsila harfidir.
"De ki: Siginirim tanyerini agartan Rabb'a " (1)
"De" emri sadece Resulullah'a degil, bütün mükelleflere sâmildir. Veya "ey Resulum, kendine ve herkese söyle dua etmelerini söyle" demektir: "Tanyerini agartan Rabb'a siginirim. "
"Siginma" fiili, müminlerin bir seyden korktuklarinda bunlarin serrinden ancak Allah'a siginmalarini ifade eder. Hz. Meryem, Hz. Nuh, Hz. Musa'nin da dualarinda Allah'a sigindiklari baska ayetlerde zikredilmistir (Meryem, 19/1 8; Hud, 1 1/47; el-Bakara, 2/67). Hadis-i seriflerde de her tehlike ve serre karsi Allah'a siginmaya dair ma'lûmat pek çoktur. Hz. Âise'nin rivayetiyle bunlardan en meshuru söyledir: "Allah'im cehennemin fitnesinden, zenginlik ve fakirligin serrinden sana siginirim.''
Felâk'in manasi, yaygin tefsire göre sabah demektir. Araplar, günün dogmasina "felakü's-subh" derler. Yirtmak, yarmak en fazla kullanilan anlamlaridir. Lugatlarda "felâk" kelimesinin anlamlari söyle belirtilmektedir: Âdemden yarilip çikan bütün yaratiklar, tan, sabah, aydinlik, fecr, iki tepe arasindaki düzlük, suçlularin hapishanede ayaklarina vurulan tomruk (falaka), cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi, çanak dibinde kalan süt artigi, eksiyip kesilmis süt, subuh, enhar, mutlak yaratma, bütün mahlukatin içinde bulundugu seyi yirtarak çikmasi, eksik ve muhtaç olusuyla Rabb'e siginma zorunlugu.
Bu birinci ayeti tefsir eden ayet sudur: ''Taneyi ve çekirdegi yaran süphesiz Allah'tir. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çikarir. iste Allah budur, nasil yüz çevirirsiniz? Tanyerini agartan {Fâlikü'e Esbâh) geceyi dinlenme zamani, günes ve ayi vakit ölçüsü kilandir. Bu, Aziz ve Alim olanin nizâmidir" (el-En'âm, 6/95-96). "Rabb" Allah'in sifat ismidir. Terbiye eden, yetistiren anlaminda kullanilmasi, siginma olayinin uygun düsmesi içindir. Müfessirlerin çogunlugu "felâk" kelimesine sabah manasini vererek âyeti söyle tefsir etmislerdir: Felâk'da, zulmet sonrasinda nur, darliktan sonra genislik, kapanmadan sonra açilma manalarina isâret etmek üzere ancak Rabbe siginarak O'nun bütün serlerden kurtarip koruyacagina dair bir ilâhi va'di hatirlatarak havf ve recâyi takviye ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir sevklendirme vardir. Felâkin zikri, sabahin kiyamet gününden bir misal olmasidir ki, ölümün kardesi olan uykudan uyanilan kabir benzeri evlerden alelacele çikarak rizik için sabahlari yeryüzüne dagilan insanlarin halini tasvir etmektedir.
''Yaratiklarin serrinden'' (2).
Bütün yaratiklar ser(kötülük) isleyebilirler. Allah bütün yaratiklari üzerinde galib oldugundan, bizim bilmediklerimizi bildiginden ancak O'na siginarak, hiçbir seyin karsi çikmasina güç yetiremeyecegi yüce bir Hakîm'e siginilmis olmaktadir.
Ser kelimesi, zarar, noksan, eziyet, keder için de kullanilir. Hastalik, açlik, savas ve ölüm, ateste yanmak, evlâdin ölümü, gibi somut ve âfâkî veya küfür, sirk, her çesit günah ve zulüm gibi serlerle her çesit ruhî ve nefsî olan enfüsî serlerden Allah'a siginirim demektir. Bu âyette genel olarak serler zikredildikten sonra, en fazla sakinilacak bazi serlere geçilmektedir:
"Ve ortaligi kaplayan karanligin serrinden," (3).
"Gâsik" kelimesi de, "felâk" kelimesi gibi birçok mana ile tefsir edilmistir. Esas manasi karanlik demektir. Bunun masdari olan "gâsak, gusûk, gâsekan" kelimeleri lügatta siddetli karanlik, dolgunluk, akmak, dökülmek, sogukluk, korkaklik manâlarinda verilerek dolmak, akmak, dökülmek manalarina tekabül etmektedir. Bu suretle gecenin zulmeti hücum edip dolarak pek karanlik olmaya masdar gâsak, gâsakan, gûsuk denildigi gibi, ilk koyu karanliga da isim olarak gâsak denilir ve gâsak felâka tekabül ettirilerek gasaktan felâka, gecenin kararmasindan sabahin aydinligina kadar anlami çikar. Vâkab kelimesi ise, yüksek yerlerden sellerin aktigi çukurlar, dahil olmak, kaplamak demektir.
Suçlar genellikle gece karanliginda islenir, seytan oynayacagi oyunlari karanlikta daha rahat oynar; kuruntu, vesvese, korku ve tasa geceleri kaynasir. Eziyet verici, zehirli, yirtici hayvanlar da gece ortaya çikarlar. Anarsistler geceyi bekler, cinayetler genelde geceleri islenir. Bu sebeple gecenin serrinden Allah'a siginirim. Fecri getiren Allah'a. Günes battiktan sonra her tarafa dagilan seytanlara karsi karanlik bitinceye kadar çocuklarin eve toplanmasi, hayvanlarin kapatilmasi bir sünnettir.
Bazi tefsirlerde gâsak, siddetli zulmet, gecenin serri olarak alinarak, gece ansizin gelip çatan ariza ve hayalet gibi belâ ve musibetlere tesmil edilmistir. Bazilari da "gasik"i kamer (ay) ve ayin tutulmasi ve kaybolmasi seklinde almislardir. Ay tutulmasi ve mihak zamanini müneccimler zayif bulur, sihirbazlar da sihirlerini o zaman icra ederler. Bu manâda serrin gecenin karanliginda ortaya çikmasi kastedilir.
Karanligin bütün soyut ve somut manalariyla serri barindirmasi anlaminda, maddî ve manevî ser ve zararlarin, gam ve kederin de kara talih ve karanlikla vasiflandirilmasiyla "gecenin serrinden, yildizlarin kaybolmasiyla gelen karanligin serrinden, kamerin tutulmasinda ve kaybolmasinda gelen serden* Allah'â siginirim" demektir.
"Dügümlere üfürenlerin serrinden," (4).
Burada "Neffâsâti fi'l-ukad" ifadesindeki ukad, ukdenin çoguludur ve dügüm demektir. Nefese; üflemek çogulu neffâse'dir. Bunu "allâme" kalibinda anlarsak anlami "çok üfleyen erkek", disi sigada alirsak "çok üfleyen kadinlar" demektir. Nefese'nin çogulu "Nüfus ve cemaatler" demekte olabilir, çünkü Araplar nüfus ve cemaat kelimesini disil (müennes) kullanirlar. Burada dügüme üflemek müfessirlerin çoguna göre "sihir" demektir. Ayetin anlami, "sihirbazlarin serrine karsi fecri getiren Rabbe siginirim" olur. Zemahserî'ye göre ise bunun anlami, kadinlarin kurnazligi ve hileleridir. Kur'an, sihri küfür saymistir (el-Bakara, 2/102). Sihir haramdir ve yedi büyük günahtan (sirk, öldürmek, fâiz, yetim mali yemek, zina iftirasi, cihaddan kaçmak, sihir) biridir. Neffâsât, üfleyici karilar anlaminda cadilara veya kadinlarin hilelerine sâmildir. Mana sudur: ipliklere dügümler atip onlara üfleyen (tükrükleyen) rukye ve efsun yapan cadilarin veya nefislerin veya cemaatlerin serrinden, fitneci kadinlardan, nefsin hayvani isteklerinden, sehvet ve gadabin serrinden Allah'a siginirim. Sihrin aslinda bir gözbagcilik oldugu baska ayetlerde açiklanmistir. Sihir, seytâni bir oyun olarak insanlari etkiler, korkutur. Sihrin serrinden Allah'a siginirim demekle Felâk ve Nâs surelerini okumak sihre karsi durmak demektir.
''Ve hased eden hasedçilerin serrinden'' (5).
Hased, Allah'in bazi kullarina lütfettigi nimetler karsisinda kiskançlik duygularina kapilarak o kullarin bu nimetlerden mahrum olmasini dilemektir. Bu ser bir niyet ve fiildir. Hasedçinin serrinden Allah'a siginirim.
Sahih hadislerde Hz. Peygamber'in yatarken ihlâs, Felâk ve Nâs surelerini okuyarak ellerinin içine üfledigi sonra basindan ve yüzünden baslayarak üç defa elinin eristigi kadariyla bütün vücudunu sivazladigi bildirilmistir. Müslümanlar da onu her seyde örnek aldiklari gibi bu sünnete uymuslar, bes vakit namazlarda Muavvizeteyn okumuslar ve Allah'a emrettigi sekilde bütün serlerden siginmislar ve Allah onlari serlerin her çesidinden korumustur (Seyyid Kutub, F; Zilâli'l-Kur'an, XVI, 441-447; Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, VII, 322-326; Mehmed Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, XV, 6619-6626, Ömer Nasuhi Bilmen, Kur'an-i Kerîm'in Türkçe Meâli Alisi ve Tefsiri, VIII, 41 17-41 19; Ibn Kesir, Hadislerle Kur'an-i Kerîm Tefsiri, XV, 8809-8824; M. Hamdi Yazir, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6367-6409).
Kur'an-i Kerim'in yüz on dördüncü sûresi. Alti ayet, on alti kelime ve yetmis dokuz harften ibarettir. Fasilâsi sin harfidir. Medenî sûrelerden olup, Felak sûresinden sonra nazil olmustur. Mekkî oldugu da söylenmektedir. Muavvizeteyn sûreleri de denen bu iki surenin Mekkî mi yoksa Medenî mi olduklari tartismalidir.
Felak sûresi ile ayni konuyu isleyen sûre, bilinen ve bilinmeyen bir takim zararli seylerin serrinden Allah Teâlâ'ya siginmayi emretmektedir. Sûre, Mekkeli müsriklerin, islam'in mesajini bogup, yoketmek için, bütün güçleriyle Resulullah (s.a.s)'in basina üsüstükleri bir zamanda nâzil oldu. Müsrikler onu susturmak için kullandiklari zorbaca yöntemler yaninda, sihir yoluna da basvurmaktan geri kalmiyorlardi. Allah Teâlâ, Resulunü ve kendine inanan bütün insanlari, bu tip kötü insanlarin ve onlarin yardimci ve yol göstericileri olan seytanlarin verecegi zararlardan korumak için bu iki sûreyi gönderdi.
Felak sûresinde, büyü ve hasetten dogabilecek kötülüklerden dolayi bir siginmadan bahsedilmektedir. Bu sûrede ise, insanin kalbine vesvese verenlerin serrinden korunmak için bir siginma sözkonusudur.
Sûrenin ilk üç ayeti, kendisine siginilmasi emredilen Allah Teâlâ'nin Rablik, Hükümdarlik ve ilâhlik sifatlarini zikretmektedir.
Bu, siginilan Allah Teâlâ'nin diledigini her türlü kötülükten koruyabilecegini ve izni olmadan kimsenin kimseye bir zarar vermesinin mümkün olmadigim vurgulamaktadir. Vesvesecinin serrinden bu sifatlara siginildigi gibi, diger bütün kötülüklerden korunmak için yine bu sifatlara iltica edilir:" De ki: Siginirim bütün insanlarin Rabbine bütün insanlarin hükümdarina, bütün insanlarin ilâhina" (1-3).
Pesinden, siginilmasi gereken ser zikredilir: "insanlara kötü seyler (vesvese) fisildayan o sinci vesvesecinin serrinden. O ki tekrar tekrar döner ve insanlarin gögüslerine (kötü seyler) fisildar" (4-5).
insanlari saptirmak, baslarina kötü seyler getirmek isteyenler, görünmez varliklar olan cinlerden olabildikleri gibi, insanlarin arasinda dolasan hemcinslerinden de olabilirler:" Bu vesveseci gerek cinden, gerek insandandir" (6).
Bu serden Allah'a siginmanin anlami, serrin kalbe yerlesmemesi için Allah'a dua etmek ve siginma isteminde bulunmaktir. ikinci anlami: Allah yolunda çalisanlarin aleyhinde halkin kalbine vesvese verene karsi daima Allah'a siginmaktir. Hak davetçilerinin, Allah'a daveti birakarak, her bireyin davetçiler hakkindaki yanlis düsüncelerini düzeltemeyecegi ve ithamlara cevap veremeyecegi ve bunlar için vakit ayiramayacagi bilindigine göre, tek çare bütün bunlardan Allah'a siginmaktir. Ayrica muhaliflerin seviyesine inilerek, kendini savunmak için onlara cevap verilmesi de uygun degildir. Onun için Allah, hak davetçilerine yol gösterir ve söyle buyurur: "serre karsi Allah'a siginarak hiç bir seye aldirmadan davete devam edin".
Burada vesvesecinin, ser fiilinin baslangici oldugu sonucu dis çikmaktadir. Vesvese, gâfil ve zihni bosalan bir insan üzerinde önce etkili olur ve kalbinde kötülüge istek meydana getirir. Bu kötü niyet daha sonra irade haline gelir ve vesvesenin de etkisiyle irade pekisir. Son adimda ise, ser amel ortaya çikar. Vesvese verenin serrinden Allah'a siginmanin anlami, Allah'in henüz baslangicinda serri yok etmesini istemektir.
Kur'an-i Kerîm'in yüzonikinci sûresi. Mekke'de nazil olmustur. Dört ayet, onbes kelime ve kirk yedi harften ibarettir. Fasilasi "dâl"dir. Sûre, "yalniz Allah'a tahsis edildigi ve sirf onun sifatlarindan bahsettigi için, Allah'in birligini hâlis kilmak mânasinda "ihlâs" adini almistir" Marifet, tevhîd, esâs, necât, nûr, tefrid, tecrîd, velâyet, cemâl, nisbe, samed, muavvize, mânia, berâe, müzekkire ve imân gibi isimlerle de anilir (M. Hamdi Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili, istanbul, 1938, VIII, 6269-6270; Mehmed Vehbî, Hulâsatü'l-Beyân Fî Tefsiri'l Kur'ân, istanbul 1341-1343, XV, 639).
Sûrenin meâli söyledir: "1.(Ey Nebî) de ki: O Allah bir tektir. 2. Allah her seyden müstagni ve her sey ona muhtaçtir. 3. O dogurmamis ve dogurulmamistir 4. Hiçbir sey O'na denk degildir."
Bu sûre islâm'in temel ilkesi olan tevhîd inancini özlü bir sekilde tasvir eder. Allahu Teâlâ'yi herkesin anlayip kavrayabilecegi sade bir anlatimla tanitir. ilk iki ayet Allahu Teâlâ'nin birligini, her türlü ihtiyaçtan uzakligini ve her seyin ona muhtaç oldugunu; son iki ayet de Cenâb-i Hakk'in yüce sifatlarina aykiri beyanatta bulunan müsriklere cevap olarak; Allahu Teâlâ'nin dogurmadigini, dogmadigini ve hiçbir seyin ona denk olmadigini beyan eder. Bu sûre Hristiyanliktaki teslis ve Yahudilikteki Üzeyr'in Allah'in oglu oldugu inançlarini reddederek, tevhid inancini tarif ve isbat eder.
Bütün kaynaklara göre Mekkeli müsrikler Peygamber Efendimize "Bize rabbini vasfet" dediler. Bunun üzerine ihlâs sûresi nazil oldu. Bununla Allahu Teâlâ açik bir sekilde kendi zatini, birligini, tevhid inancinin disindaki bütün itikatlarin yanlisligini belirtmistir.
Ashabtan biri, bir sahsin ihlâs sûresini tekrar tekrar okudugunu isitir. Sabah olunca Hz. Peygambere gelir ve durumu ona anlatir, adam hakkinda söz söyleyecek olur Hz. Peygamber buyurur ki; "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki o sûre Kur'an'in üçte birine denktir" (Kamil Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasari Tecrid-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1984, XI, 234).
Resulullah (s.a.s) ashâbina "Sizden biriniz bir gecede Kur'an'in üçte birini okumaktan aciz olur mu?" diye sorar. Bu onlara zor gelir: "Ya Resulullah, hangimiz buna güç yetirebiliriz?" derler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem: "Allahü'l Vâhidü's-Samed (ihlâs) sûresi Kur'an'in üçte biridir" buyurur (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'an, 13; Müslim, Müsâfirûn, 259; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'ân, 11).
Hz. Peygamber, ashaptan bir zâti, bir askeri birlige komutan tayin ederek gazâya gönderir. Bu zat sefer esnasinda kildirdigi namazlarda Kur'an okur ve her zaman ikinci rekatlarda ihlâs sûresiyle bitirirdi. Gazâdan dönüste komutanin maiyetindekiler bu durumu Resulullah'a arzettiler. Rusulullah da niçin böyle yaptiginin sorulmasini buyurdu. Onlar da sorduklari zaman komutan: "ihlâs sûresi Rahmân'in sifatidir. Onun için bu sûreyi okumayi severim" seklinde cevap verdi. Bu cevap Resulullah'a ulastirilinca, Hz. Peygamber "Ona haber verin ki Allah da onu seviyor" buyurdu (Müslim, Müsâfirûn, 263; Tirmizi, Fedailu'l-Kur'an, 11).
Hazreti Peygamberin bu sûrenin Kur'an-i Kerîm'in üçte birine denk oldugunu belirtmesini âlimler, Kur'an'in manasi itibariyle üçte birine denk olmasi ve bir de Kur'an tilâvetinden hasil olacak sevap olarak izah etmislerdir. Çünkü Kur'an-i Kerîm'in üçte biri tevhîd ilmi, üçte biri tesri' (yasama, ahkam) ilmi ve üçte biri de ahlâk ilmi konularini içerir (M. Hamdi Yazir, a.g.e, VIII, 6343-6345). ihlâs sûresi ise yukarda da belirtildigi gibi bütünüyle tevhîd ilmini, zati ve sifatlariyla Cenab-i Hakk'in varligini, birligini, hiçbir seye ihtiyaci olmadigini, her seyin kendisine muhtaç oldugunu, selef ve halefe ihtiyaci olmamasi sebebiyle dogmadigini ve dogurulmadigini açiklamasi münasebetiyle Kur'an'in üçte birine müsâvidir. Allah'in zat ve sifatlarindan, baska surelerde de bahsedilmektedir; ancak bu sure, sirf bunlardan bahsetmektedir.
Allah'in birligi tevhîd inancinin kendisidir. Varliklar âleminde onun hakikatinden baska bir hakikat olmadigi gibi, onun varligindan baska gerçek varlik da yoktur. Diger bütün varliklar varliklarini Allah'tan alirlar, hakikatlerini Allah'in hakikatinden alirlar. Varliklar âleminde o ilâhi varliktan baska hakikat yoktur. Bir kalp, bu hakikatin disindaki baglantilari ve bu hakikatin disindaki seylerin duygusunu ortadan kaldirirsa, her türlü bagimliliktan kurtulur, bütün menfi baglarini koparir ve birçok esaretin asli olan ihtiraslardan uzaklasir.
Varliklar âleminde Allah'in hakikatinden baska bir seyi görmeyen bu düsünce zihinlerde ve gönüllerde yeredince ondan kaynaklanan diger varliklarla ilgili birçok gerçekleri de görebilir. Bu mertebe öyle bir mertebedir ki orada kalp gördügü her seyde Allah'in kudretini farkeder. Bunun da ötesinde öyle bir mertebe vardir ki orada kisi kâinatta Allah'tan baska ezelî hiçbir sey göremez. Çünkü orada Allah'in hakikatinden baska hiçbir ezelî hakikat görülmez. Bu düsüncenin yer etmesiyle birlikte sebeplerin etkinligi fikri de ortadan kalkar. Her sey, her olay ve her hareket, dogdugu ilk sebebe havale edilir, onun etkisi altinda bulundugu kabul edilir. iste Kur'an-i Kerîm, imana dayali tevhîd düsüncesini yerlestirirken buna çok önem verir. Bunun için zâhirî sebepleri bir kenara koyup bütün isleri dogrudan Allah'in iradesine baglar. Bu zâhiri sebeplerin hepsini kenara atip meseleyi yalniz Allah'in iradesine havale etmek kalbe bir huzur verir.
islâm insanlarin bu yola gitmelerini ister. Ancak hayatin bütün özelliklerini tasiyarak beser hayatinin bütün zorunluluklarini yerine getirmelerini, Allah'in yeryüzündeki halifesi oluslarinin bütün gereklerini ifâ etmelerini ve bununla beraber Allahu Teâlâ'dan baska bir hakikat bulunmadigini, onun mevcudiyetinden baska ezelî bir mevcudiyet olmadigini, onun faaliyetinden baska bir faaliyet bulunmadigini ve ondan baska gidilecek bir yol olmadigini bilip kavramalarini ister.
Kur'an-i Kerim'in elli üçüncü suresi. Altmis iki ayet, üç yüz altmis kelime ve bin dört yüz bes harften ibarettir. Fâsilasi "elif", "nun", "vav", "te" ve "ya" harfleridir. Mekkî surelerden olup, ihlâs suresinden sonra nâzil olmustur. Otuz ikinci ayeti Medenîdir. Adini ilk ayetinde geçen "necm" kelimesinden almistir. Ancak bu kelimenin surenin muhtevasi ile dogrudan bir ilgisi yoktur.
içinde secde ayeti bulunan ve Mekke'de Resulullah (s.a.s)'in açikça her kese karsi okudugu ilk suredir. Buhârî'nin ibn Abbas (r.a)'dan rivayet ettigi bir hadiste söyle denilmektedir: "Peygamber (s.a.s), Necm sûresini okudu ve sonra secde etti. Onunla birlikte müslümanlar, müsrikler ve cinler, hepsi birden secde ettiler. Sadece Umeyye bin Halef secde etmekten kaçindi ve yerden bir avuç toprak alip alnina sürerek söyle deki: "Bana bu yeter" (el-Kurtubî, el-Cami' Li Ahkâmil-Kur'an, Beyrut 1966, XVII, 81).
Habesistan'a hicret eden müminler bu hadiseyi duyduklari zaman, Mekke'deki müsriklerin topluca iman ettiklerini zannetmisler ve bazilari Mekke'ye geri dönmeye karar vermisti. Mekke'ye bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde Kinâne kabilesinden birisi ile karsilastilar ve Mekke'deki olayi sordular. Meselenin hiç de kendilerinin haber aldiklari gibi olmadigini ve müslümanlara iskencenin devam ettigini ögrendiler. Bunun üzerine Habesistan'a birincisinden daha kalabalik bir ikinci hicret yapildi (ibn Sa'd, et-Tabakâtül-Kübra, Beyrut ty, I, 205-207).
Bu rivayetlerden surenin risaletin besinci yilinda nazil oldugu anlasilmaktadir.
Sure, müsriklerin Peygamber (s.a.s)'e yönelttikleri itirazlarinin asilsiz oldugunu, onun bir peygamber, okuduklarinin ise Cibrîl vasitasi ile indirilmis Allah kelâmi oldugunu ve Allah'dan baska tapilanlarin anlamsizlik ve güçsüzlüklerini ulvî bir ahenkle siralanmis ayetlerle ortaya koyuyor. Allah Teâlâ, Kur'an'a "insan sözüdür" diyenlere sadece ayetlerin manalari ile degil, o essiz uslübuyla da cevaplar vermistir. Kur'an'a "insan sözüdür" diyenler onun ilâhî yapisi karsisinda acze düsmüsler, iddialarini ispata çagrildiklari halde buna cesaret bile edememislerdi: "Kulumuz Muhammed'e indirdigimizden süphede iseniz, onun benzeri bir sure meydana getirin. Eger iddianizda samimi iseniz, Allah dan baska sahitlerinizi de çagiriniz" (el-Bakara, 2/23).
Hz. Muhammed (s.a.s), müsriklerin iddia ettigi gibi ne kötü bir yola sapmis ve ne de hakki çigneyerek azanlardan olmustur: Arkadasiniz (Muhammed) ne dogru yoldan sapmis, ne de azmistir" (2). O, sadece Rabbinin kendisine vahyettigini insanlara bildirmektedir. Söylediklerinden hiçbirisini kendi arzu ve hevasindan söylememistir: "O, kendiliginden konusmaz" (3). Bu ayet, sadece Kur'an ayetlerinin degil, Resulullah (s.a.s)'in kendi söz, fiil ve davranislarinin da Allah Teâlâ'nin yönlendirmesi ve kontrolü dahilinde cereyan ettigini ortaya koymaktadir. Bunun içindir ki, islâm hukukçulari, Sünneti tesriin ikinci kaynagi olarak kabul etmislerdir. Peygamberin söyledigi her söz, yaptigi her is ve onayladigi her davranis, müslümanlar için örnek alinip, uyulmasi gereken kurallari ihtiva eden, tesriin kaynaklarindan birer kaynaktirlar. Bu, bir sonraki ayette daha açik bir sekilde dile getirilmektedir: "Onun her konustugu, Allah tarafindan vahyedilen bir vahiyden baska bir sey degildir" (4). Yani Allah Teâlâ, kusursuz bir örnek olsun diye, Kur'ani ona vahyetmis ve pratik hayata uygulanisini, onun yasantisi ile bütün insanliga göstermistir. inanan insanlar, islâm'i Resulullah (s.a.s)'in yasadigini örnek alarak hayatlarina tatbik etmek zorundadirlar.
Bunun pesinden, vahyi Peygamber (s.a.s)'e getiren Cebrâil (a.s)'dan ve müsriklerin onun hakkinda yaptigi tartismalardan bahsediliyor. Cebrail (a.s)'in her yönüyle mükemmel bir varlik oldugu, vahyi Peygamber'e getirirken görevini eksiksiz olarak yerine getirdigi haber verilmekte ve onun Resulullah (s.a.s)'a aslî suretinde bir kaç defa göründügünden söz edilmektedir: "Andolsun, onu diger bir defa daha gördü" (13).
Resulullah (s.a.s), Mirac'a çiktigi zaman Allah Teâlâ, büyük ayetlerinden bir kismini göstermis, onu ilâhî azamet hakkinda bilgilendirmisti: "süphesiz Muhammed orada Rabbinin, delillerinden en büyügünü gördü" (18). Allah'in büyüklügü, varligin üzerindeki tahakkümü ve her seyin O'nun emrine boyun egisi çesitli sekillerde teblig edildikten sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlami olmayan ve kendi elleriyle yaptiklari putlara tapan müsriklere hayret ifade eden bir uslûbla söyle soruluyor: "simdi siz ilâh olarak Lât'i, Uzzâ' yi ve diger üçüncüleri olan Menât'i mi görüyorsunuz?" (19-20).
Mekkeli müsrikler tapindiklari bu disi ilâheleri Allah'in kizlari olarak görüyorlardi. Allah Teâlâ, onlarin bu akil disi ve hiçbir mantik ölçüsüne sigdirilmasi mümkün olmayan inançlarini tenkid ederek, ne kadar büyük bir açmazin içerisinde bulunduklarini gözler önüne sermektedir: "Erkekler sizin de, kizlar Allah'in mi? Öyleyse bu insafsizca bir taksimdir" (21-22). Yani siz bu ilâheleri Allah'in kizlari olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve anlamsizdir ki, kendiniz için kiz çocugu edinmeyi bir zül telakki ederken, utanmadan onlari Allah'a nisbet edebiliyorsunuz.
Müsrikler, tapindiklari putlari, Allaha karsi kendilerine birer sefaatçi olarak telakki ediyor, zor zamanlarinda onlarin korumasina siginiyorlardi. Bir dertleri oldugu zaman, bugün de bazi putperest topluluklarda örnekleri görülen tarzda gidip onlara sikayetçi oluyorlardi. Halbuki bu putlar, hiç bir anlami olmayan ve kimseye ne fayda ne de zarar veremeyecek olan, kendi elleriyle yaptiklari cansiz varliklardi. Onlar, ellerinde hiç bir delilleri olmadigi halde, atalarindan isitip gördükleri minval üzere, yaptiklarini hiç bir tenkide tabi tutmadan ayniyla devam ettiriyorlardi: "Taptiginiz bu putlar sizin ve atalarinizin uydurdugu bos isimlerden baska birsey degildir. Allah onlarin hak oldugu hususunda hiç bir delil indirmemistir" (23).
Bu sekilde putlar edinip onlara saygi göstererek tapinma olayinin bu günkü "ilkel toplum" anlayisiyla izah edilecek bir tarafi yoktur. Çünkü günümüzde, kendilerinin çagdas ve yüksek kültür seviyesinde olduklarini iddia eden bir takim topluluklar, halâ o eski çaglarin ilkel anlayislarinin devami niteliginde olan bir tarzda, kendi düsünceleriyle üretip ilahlastirdiklari bir takim tagutlarin, heykellerini dikerek, sikayet, istek ve arzularini gidip onlara ari edebiliyor ve onlardan medet umabiliyorlar. icra edilen tapinma olayi incelendiginde bugün yapilanla yüzlerce yil önce icra edilen tapinmanin mahiyet itibariyla birbirinden hiç de farkli olmadigi görülecektir. Bu da, cahiliyye anlayisinin geleneksel oldugunu, görüntü itibariyle farkli gibi görünse bile, binlerce yil öncesinin yöntemlerinin ayniyla kullanildigini göstermektedir.
Bu varliklardan, yardim ve sefâat dilemenin hiçbir mantikî dayanagi yoktur. Çünkü, Allah Teâlâ'nin dilemesi olmadan, hiç bir seyin bir baskasina faydasi ve zarari dokunamaz. Allah'in nezih kullari olan melekler bile O'nun izni olmadan hiç kimseye bir yardim edemezken, Allah'a sirk kosulan cansiz seyler; nasil bir fayda saglayabilir?
Bu gerçekler ifade edildikten sonra; inkârcilarin inkar ettikleri sey hakkindaki bilgisizliklerinden bahsedilerek, onlarin Allah tarafindan mutlaka cezalandirilacaklari gerçegi zikredilir.
iman edip iyilikte bulunanlar ise, en güzel sekilde mükafatlandirilacaklardir. Onlar, büyük günahlardan ve hayasizliklardan siddetle kaçinirlar. Küçük günahlari ise Allah tarafindan bagislanacaktir. Bütün bunlar, inkarcilarin veya baskalarinin istek ve arzulari dogrultusunda gerçeklesecek degildir. Bu karari, her seyi hakkiyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ söyle ifade etmektedir: "O iyi amellerde bulunanlar küçük kusurlari hariç, büyük günahlardan ve hayasizliklardan kaçinirlar. süphesiz Rabbin, bagislamasi bol olandir. Kimin takva üzere oldugunu da O çok iyi bilir" (32).
Bunun pesinden, Hz. ibrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a verilen sahifelerde açiklanmis olan dinin temel prensipleri zikredilir: "Kimse kimsenin günahini yüklenmez. insan için çalistiginin karsiligindan baska bir sey yoktur. insan yaptigi amelinin karsiligini mutlaka görür" (38-40).
Bu ayetler, çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir: Her insan, isledigi kötü amel isin yalnizca kendisi ceza görür. Yani suçlarin sahsiligi prensibi getirilmistir. Hiç kimse, baskasinin isledigi bir suçtan dolayi sorgulanamaz.
Ayrica insan, mükâfat ve ceza olarak, yalnizca kendi islemis oldugu seylerin karsiligini bulacaktir. Yani görecegi cezalandirma, yaptigi seylerin karsiligi olacaktir. Mükâfatlandirma için de ayni prensibe göre karsilik görecektir (Bu ayetlerin getirdigi hükümlerle ilgili olarak daha fazla bilgi için bk. el-Kurtubî, a.g.e., XVII, 113115).
Daha sonra, Allah Teâlâ'nin mevcudatta cereyan eden bütün hareketlerin haliki oldugu vurgulanmaktadir.
insan bütün varligiyla Allah Teâlâ'ya bagimlidir. Yaptigi her hareketin ve yasadigi her duygunun tek müsebbibi O'dur: "süphesiz ki, güldüren de aglatan da O'dur. Öldüren de, dirilten de O'dur..." (43-44).
insanlar, Âd'in, Semud'un ve onlardan önceki Nuh kavminin helâklerine dair haberleri degisik sekillerde yorumlayabilirler. Bu günkü materyalist kafalarin iddia ettikleri gibi tabii afet diye nitelendirebilirler. Ama, Allah Teâlâ, bu helâkleri onlarin küfürlerinde diretmeleri sonucu baslarina getirdigini mutlak sekilde beyan ediyor: Âd ve Semud kavimlerinden önce Nuh kavmini helâk eden de O'dur. Onlar daha zâlim ve daha azgin idiler. Lût kavminin alti üstüne gelen memleketini yere gömen de O'dur" (52-53). Bu zalim topluluklarin takip ettigi yolu izleyenler de onlar gibi yok edilecek ve ilâhî cezalandirma ile karsilasacaklardir: "Onlari o kusatan azap kusatmisti" (54).
Surenin sonuna dogru, Hz. Muhammed'in evvelki peygamberler gibi yaklasan kiyamet ve cehennem azabiyla uyaran bir uyarici oldugu tekrar vurgulanarak, kiyamet aninin yaklastigi ve onun ne zaman vaki olacaginin Allah Teâlâ'dan baska hiç kimse tarafindan bilinemezligi gerçegi ortaya konuluyor:" Bu peygamber de önceki uyaricilardan biridir. Kiyamet yaklasti. Kiyameti Allah'dan baska kimse açiga çikaramaz" (56-58).
Kâfirlerin bu haberler karsisinda takindiklari tavirlari, tehdit ifade eden bir uslubla dile getirilmektedir: "Siz, bu söze sasiyor musunuz? Gülüyor da aglamiyor musunuz? Gaflet içinde oyalaniyorsunuz" (59-61).
Sure, Allah'a secde edilip, kullugun sadece O'na tahsis edilmesini emreden ayetle son buluyor:"Artik Allah'a secde edin ve sadece O'na kulluk yapin" (62).
Resulullah (s.a.s) bu sureyi okuyup, son ayetini tilavet ettikten sonra secdeye kapanmis ve oradaki müsrikler de dahil herkes birlikte secdeye kapanmisti. Bazi islâm düsmanlari bu olay üzerine bir takim uydurma rivayetlere dayanarak, vahyin gelisindeki güvenirlilik hakkinda süphe uyandirmaya çalismislardir (Garanik adiyla zikredilen bu olay için bk. Garanik mad.).
Kur'ân-i Kerim'in sekseninci sûresi. Kirkiki âyet olup yüzotuzüç kelime ve besyüzotuz üç harften ibarettir. Fâsilalari elif, he, mim harfleridir. Mekke'de nâzil olmustur.
Sûre, birkaç bölümden olusmaktadir. Birinci bölümde Rasûlullah (s.a.s.)'in Mekke'de yasadigi bir olay ve bu olay karsisinda Rabbi'nin Kur'ân-i Kerim'de onu kinamasidir. Sûrenin bu ilk âyetlerine 'itâb ayetleri*' denir. Bu olay söyle meydana gelmistir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün Kureys'in ileri gelenlerine islâm'i anlatip onlari islâm'a davet ile mesgul iken gözleri görmeyen ve fakir halktan olan Abdullah ibn Ümmi Mektûm adindaki kisi oraya gelip Rasûlullah'in mesguliyetinden habersiz olarak ona: "Ey Muhammed, Allah'in sana ögrettiginden bana da ögret" demisti. Hz. Peygamber Kureys'in bu ileri gelenlerine sürekli islâm'i anlatip durdugu hâlde bunlar bu ilâhi davete aldiris etmiyor, küfürlerine devam ediyorlardi. Hz. Peygamber de davetine israrla devam ediyordu. Bu kararli ve israrli davetin devam ettigi bir sirada ibn Ümmi Mektûm'un çikip gelmesi ve Kureys'in tavrindan haberdar olmadigi için Rasûlullah'a israrla: "Allah'in sana ögrettiklerinden bana da ögret" demesi biraz da olsa sanki Hz. Peygamber'in canini sIkmIstI. Dinini ögrenmek isteyen bu âmâ insana aldiris etmeyen ve hattâ yüzünü ondan çeviren Peygamber'e derhal Allah'tan bir ikâz ve itâb gelmistir. Bu ve buna benzer bazi ikâz ve itâb âyetleri Kur'ân'in Hz. Muhammed uydurulmadiginin en büyük delîli ve kanitidir. Zira Kur'ân Hz. Muhammed tarafindan yazilmis ve uydurulmus olsaydi, kendi kendini kinamasi düsünülemezdi.
Sûre bu olay üzerine nâzil olmustur. Bu 'itâb' âyetlerinden sonra Hz. Peygamber Abdullah ibn Ümmi Mektûm'u her gördügünde:
"Merhaba ey kendisi için Rabbimin beni kinadigi kisi" diye buyururdu. Hattâ Medine'ye hicretten sonra Rasûlullah Gaza'ya çiktiginda Abdullah'i Medine'de yerine devlet baskani vekili olarak birakiyordu.
Sûrenin bu ilk bölümünü olusturan itâb âyetleri sunlardi:
"Surat asti ve döndü. O âmâ (gözü görmez) kisi ona geldigi zaman. Ne bilirsin, belki o arinacak? Yahut ögüt dinleyecek de bu ögüt kendisine yarayacak. Ama sen kendisini zengin görüp, (islâm'a yanasmaga) tenezzül etmeyene yöneliyorsun. Onun arinmasindan sana ne?Ama sana can atarak gelen (Allah'tan) korkarak gelmisken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayir (Olmaz böyle sey), O (Kur'ân ve ögütleri) bir hatirlatmadir. Dileyen onu düsünüp ögüt alir..." (Abese, 80/1-5). Bu duruma göre genel davet esastir. Onlara karsi delil olsun diye insanlarin tümüne davet yapilir. islâm herkese teblig edilir.
Sûrenin ikinci bölümünde ise, insanin inkârciligi ve Rabbine karsi olan apaçik küfrü anlatilir. Üçüncü bölümde de insan rûhunu, kendisinin ve hayvanlarin yiyecegi olan seylerden ibret almaya yöneltmesidir. insan kendi hayatinda oldugu gibi bunlarin gerisinde sakli olan Allah'in tedbir ve takdirini görmeye davet edilmektedir. Sûrenin son bölümünde de Kiyâmetin kopmasi aninda meydana gelecek büyük ve dehset verici sesten bahsedilir:
"O muazzam gürültü, kiyâmet kopup geldigi zaman, o gün kisi kardesinden, annesinden, babasindan, esinden ve ogullarindan kaçar. O gün herkes kendi derdine düser... O gün bir takim yüzler aydinliktir, gülmekte ve sevinmektedir. O gün bir takim yüzler de tozlanmis ve onlari karanliklar bürümüstür. (Öylesine üzgün, öylesine dertli) iste onlar, kâfirler, 'hak'tan sapanlardir. " (Abese, 80/34-42)
Kur'an-i Kerim'in doksan yedinci sûresi. Bes âyet; otuz kelime ve yüzyirmi harften olusur. Fasilasi "râ" harfidir. ismini ilk âyetinde geçen "kadr" kelimesinden alan bu sûrenin Mekke'de mi, yoksa Medine'de mi indigi konusunda ihtilaf vardir.
Sûre, insanlara Kur'an'in degeri ve önemi hakkinda bilgi vermektedir. Allahü Teâlâ, el-Hicr Sûresinde "Bunu biz indirdik"buyurur. Yani Hz. Peygamber (s.a.s)'in arzusu ile degil bizim dilememiz sonucu indirilen apaçik bir kitaptir 0.
Kadr sözcügü burada su iki anlamda kullanilmis olabilir: Bunlardan biri, takdir anlamidir. Allah bu gece takdirleri yani kaderleri uygulamak üzere meleklere emir verir. Bunu, Duhân Sûresindeki su âyet destekliyor: "O gece katimizdan her hikmetli emir sadir olur. " Diger anlami ise, azamet ve sereftir. Bu husus, sûrenin "Kadir gecesi bin aydan hayirlidir" âyetinde ifade edilmektedir. Nasil daha hayirli olmasin ki, Allah'in insanliga son mesaji bu gecede indirilmege baslanmistir. Gece, degerini bu olaydan almaktadir. Ve bu geceyi anmak, insanliga rahmet olarak Kur'an'in inmege basladigi bu geceyi ihya etmek müslümanlara tavsiye edilmistir.
Kadir gecesinin hangi gün oldugu konusunda birçok görüs ileri sürülmüstür. Ancak ümmetin büyük âlimlerinin çogunlugunun görüsü, Ramazan ayinin yirmiyedinci gecesi oldugu seklindedir.
O gece öyle bir gecedir ki Kur'an âyetleri Hz. Muhammed (s.a.s) in kalbine inmeye basladigi gecedir.
islâm, hiç bir zaman dis görünüsü benimseyen, sekle önem veren sekilci bir din degildir. Bin aydan daha hayirli olan Kadir gecesini bugünkü anlasildigi sekilde "Bir gecelik ibadetle bütün günahlardan arinilacak" görüsü ancak muttakiler, inanmis samimi müslümanlar için geçerlidir. Ancak böyle insanlarin o gecedeki ibadetleri makbul olur, ve Kur'an'in nâzil oldugu o ilk manaya erisilebilir. Kadir gecesini * hatirlayip o geceyi imanla ve sevabini umarak geçirmek islâm'in saglam ve bir bütün olan terbiye metodunun bir yanini olusturmaktadir.
Sûrenin anlami söyledir: "Biz o (Kur'an)'i Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne oldugunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan hayirlidir. Melekler ve Ruh, o gece Rablerinin izniyle (o yil takdir edilmis olan) her is için iner de iner. Esenliktir o, tâ tan yeri agarincaya kadar. ".
Kur'an-i Kerîm'in doksanbirinci sûresi. On bes âyet, elli dört kelime ve ikiyüzkirkalti harften ibarettir. Mekkelilere göre onalti âyettir. Fasilasi elif harfidir. Mekkî sûrelerden olup, Kadir sûresinden sonra nâzil olmustur. Adini ilk âyetinde geçen ve üzerinde yemin edilen "Sems" (günes) kelimesinden almistir.
Sûre iki bölümden olusmaktadir. Onuncu âyete kadar süren birici bölümde Allah, kâinattaki bir takim olaylara kasem ederek, kendi varligi için birer delil olan bu muazzam olaylari insanoglu, belki düsünür ve Rabbinin azametini idrak eder diye sergiliyor. Allah birbirine zit olan varliklari bir arada zikrederek, bunlar kesin hatlarla birbirinden nasil farkliysa, iyilik ve kötülügün de öylece birbirinden farkli oldugunu gözler önüne seriyor. Ayrica, iyilik ve kötülük etme egilimlerinin insan fitratina Allah tarafindan yerlestirilmis oldugu ve insanin bu egilimlerinden hangisini güçlendirmeye çalisirsa, ona göre muamele görecegi gerçegi vurgulaniyor.
Allah, sûrenin bu ilk bölümünde yedi sey üzerine yemin ederek, nefsini kötülüklerden temizleyenlerin mutlak anlamda kurtulusa erdiklerini; seytana uyup Islâm'a yüz çevirerek nefsini kirletenlerin ise, yine mutlak anlamda helâk olduklarini bildiriyor: "Günese ve aydinligina, onu izleyen aya, günesi ortaya çikaran gündüze, onu örten geceye, göge ve onu yapana, yere ve onu düzelten nefse ve onu sekillendirene, sonra da ona kendisi için iyi ve kötü olani ögretene yemin olsun ki, nefsini arindiran kurtulusa ermistir. Nefsini alçaltan ise hüsrandadir" (1-10).
Ikinci bölümde, azginlasarak açik mucizelerle desteklenmis peygamberlerini yalanladiklari için helâk olan Semûd kavminin kissasi yer aliyor.
Allah, fücur ve takvayi insana ilham etmistir. Ancak bu ilhamî bilgi insanin dogrulari ayrintilariyla ögrenip, kurtulusa ulasmasina yetmez.
Bu nedenle Allah, insanlara dogruyu bildirmek için daima elçiler göndermistir. Semûd kavmi de bunlardan biridir. Sûrenin indirildigi dönem, müsriklerin zorbaliklarinin zirveye ulastigi bir dönemdir. Allah, inkârci zorba Mekkeli müsriklere, Hicaz-Sam yolu üzerinde, harabeleri gözler önünde olan Semûd kavmini örnek göstererek, eger Islâm'in karsisinda onlarin yaptigi gibi akildisi kati tutumlarini devam ettirirlerse, sonlarinin onlardan hiç de farkli olmayacagini anlatiyor.
Bütün inkârcilarin durumlari, mahiyet itibariyla birbirinin aynidir. Dolayisiyla, kendilerine mucizelerle te'yid edilmis bir peygamber gönderilen sapik Semûd kavmi ile Mekkeli müsrikler ve sonra gelen inkârcilar arasinda, davranis biçimi olarak, bir fark yoktur.
Allah, Semûd kavminin helâkine sebep olan davranislarini ve ilâhî azaba müstahak oluslarini sûrenin ikinci bölümünde su sekilde dile gdiriyor: "Semd kavmi azginligi yüzünden yalanladi. Hani içlerinde en azili olani, deveyi kesmeye kalkmisti. Bunun üzerine Allahin peygamberi onlara:
"Birakin Allah'in devesini, içsin" dedi Semûd kavmi ise onu yalanladi ve deveyi kesti Rableri de isledikleri günahlari sebebiyle azabi baslarina geçirdi ve orayi yerle bir etti O, bu isin akibetinden korkacak degildir" (11-15)
Kur'an-i Kerîm'in seksenbesinci suresi. Mekke'de nazil olmustur. YirmiIki ayet, yüz dokuz kelime ve dörtyüzellisekiz harften ibarettir. Fasilasi, cîm, dâl, kâf, râ', be, ti ve zi'dir.
Ismini, birinci ayetinde geçen "burûc" (burçlar) kelimesinden almistir: "Andolsun Içinde burçlari bulunan göge!" ( 1 )
Burçlardan maksat, gökteki onIki burç olabilecegi gibi, gök cisimlerinin seyirleri esnasinda birinden digerine intikal edegeldikleri menzilleri de olabilir. Bilindigi gibi bu gök cisimleri, seyirleri esnasinda, yörüngelerinden asla sapmazlar. Bunlara yemin edilmekle, dikkatler olayin önem ve büyüklügüne çekilmek Istenmektedir.
"Va'dolunan kiyamet gününe andolsun!" (2)
Burada da Cenâb-i Allah, insanlarin dikkatini kiyamet gününe çekmekte ve yeryüzünde islenen bütün fiillerden hesap soracagini hatirlatmakta ve mazlumlarin hakkini zalimlerde birakmayacagini, halledilmemis davalari o büyük güne biraktigini bildirmektedir.
"Sahitlik edecek ve hakkinda sahadet edileceklere andolsun!" (3)
Sure, bu kasemle; kiyamet gününde, bütün mahlukatin hazir bulunacagi o dehsetli günde,.olacak her seye herkesin sahit olacagini vurgulamaktadir. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi alacakli, kimi borçlu olarak...
Bu kisa sûure, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düsünce esaslarindan bahsetmekle birlikte, asil konusunu "Ashab-i Uhdüd" olusturuyor. Islâm'dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve kati kalpli Allah düsmanlarinca inandiklarindan vazgeçirilmek Istenirler. Fakat müminler karsi koyarlar, inançlarindan asla taviz vermezler. Bunun üzerine, inkârcilar, genis hendekler kazdirarak Içinde ates yaktirirlar. Topladiklari büyük kalabaliklarin gözleri önünde bu müminleri atese atarlar. Eglenmek maksadiyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler. Halbuki yakilanlar kendileri gibi insandirlar. Su kadar var ki inançlari ugruna yanmaktadirlar.
Kur'an, bu olayi söyle dile getirmektedir:
"Hazirladiklari hendekleri tutusturulmus atesle doldurmak onun çevresinde oturup, iman edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapilan iskenceyi seyredenlerin cani çiksin. " (4-7)
Kimdir müminleri atese atarak yakan bu zalimler? Yüce Rabbimiz bunu bildirmiyor. Peki müminlerin suçu nedir? Niçin ates azabi gibi can yakici bir iskence ile öldürüldüler?
"Bu inkarcilarin iman edenleri ates azabina ugratmalari, onlarin sadece, göklerin ve yerin hükümranligi kendisinin bulunan, Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman etmis olmalarindandir. Allah her seye sahiddir. " (8-9)
" Fir'avn ailesinden olup, imanini gizlemekte bulunan bir mümin: Siz bir adami, Rabbim Allah'tir, dedigi için mi öldüreceksiniz? dedi. " (el-Mü'min, 40/28)
Evet, müminlerin bir tek suçu vardir. O da Allah'a iman etmeleridir. Tarih boyunca, münkirlerin müminlere iskence etmeleri, onlari can yakici eziyetlerle öldürmeleri hep ayni sebeptendir. Geçmisin Fir'avnlari,. Nemrutlari, Ebu Cehilleri ve günümüzdeki benzerleri, hep ayni sebepten Inananlara türlü türlü eziyetleri reva görüyorlar.
"Muhakkak ki iman etmis erkek ve kadinlari dinlerinden çevirmeye ugrasanlar, eger tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabi vardir. Yakici azab da onlaradir. " (10)
Zâlimler, müminlere yaptiklarindan pismanlik duyup tövbe etmez ve zulümlerinde devam ederlerse, "Onlara Cehennem azabi vardir, can yakici azab da onlaradir". Dünyada iken müminlere uyguladiklari azabin kat kat daha acisini tadacaklardir.
Sure, inkârcilari bu sekilde tehdit ettikten sonra, Allah'in razi oldugu iyi ameller isleyen müminlere Cennetler verecegini söyle açiklamaktadir:
"Süphesiz yararli isler isleyenlere, altlarindan irmaklar akan Cennetler vardir. Iste büyük kurtulus budur. " (11)
Bu büyük müjde, müminlerin kalblerine huzur vermesinin yaninda; tarih boyunca karsilasacaklari iskence ve zorluklara karsi dayanma gücü kazandirmaktadir.
Surenin bir diger ayeti zalimlere söyle seslenir:
"Dogrusu Rabbimin yakalamasi amansizdir. " (12) Yani sizin gücünüz Allah'in gücünün yaninda hiçtir. Asil siddetli yakalayis, yerin ve göklerin mâlIki Cebbâr olan Allah'in yakalayisidir. Yine de:
"Yüce arsin sahibi, çok seven, bagislayan O'dur. " (14-15)
Allah "Sedîdü'l-ikâb" (cezalandirmasi aci) olmakla birlikte sonsuz bir rahmet ve magfiret sahibidir. Eger zalimler zulümlerini terkedip tövbe ederlerse bagislayabilir onlari...
"O her diledigini mutlaka yapandir. " (16)
Bazen dünyada zalimlerin yakasina yapisir, bazan da onlari vâdolunan güne birakir. Diledigini bagislar, diledigini cezalandirir.
" Fir'avn ve Semûd ordularinin haberi sana geldi mi?" (17-18)
Bilindigi gibi, Cenâb-i Allah, Firavn'u da Semûd'u da ordulariyla birlikte helâk etmisti. Bu ayetle de benzerleri tüm zalimlere bir ültimatom vermektedir.
"Dogrusu kâfirler, hep (Allah'in emir ve hükümlerini) yalanlama Içindedirler. Halbuki Allah onlari ardlarindan, kusatmistir. " (19-20)
Zavalli kâfirler ise bunun farkinda degillerdir. Farkina varinca da is Isten geçmis olacaktir. Sure söyle sona ermektedir:
"Ey Habîbim! Dogrusu sana vahyedilen bu kitap Levh-i Mahfûz'da sabit, Sanli bir Kur'an'dir. " (21-22)
Allah kelâmi Kur'an, mahiyetini bilmedigimiz Levh-i Mahfûz'da olup her türlü tahriften ve tâhir olmayanlarin dokunmasindan korunmustur.
Kur'an-i Kerîm'in doksanbesinci suresi. Sekiz ayet otuz dört kelime ve yüzbes harften ibarettir. Fasilasi, nun ve mim harfleridir. Mekkî sûrelerden olup Burûc suresinden sonra nâzil olmustur. Adini birinci ayetindeki "Tîn" (Incir) kelimesinden almistir.
Katâde ve Ibn Abbas'tan yapilan bir rivâyette surenin Medenî oldugu zikredilmektedir. Ancak Mekkî oldugu konusunda müfessirlerin icmai vardir. Ayrica, "Ve bu emniyetli sehre andolsun" ifadesi Mekkî oldugu görüsünü dogrulamaktadir. Çünkü "Emniyetli sehir"den kastedilen Mekke'dir (Alûsi, Ruhu'l-Meani; XXX, 173).
Allah Teâlâ, Tîn (incir)'e zeytine, Sina dagina ve emin olan belde (Mekke)'ye kasem ederek insani her yönüyle güzel ve kâmil bir biçim ve sekilde yarattigini bildirmektedir: "Incire ve Zeytine. Sina dagina ve bu emniyetli sehre yemin olsun ki, Biz, insani en güzel sekilde yarattik" (1-4). Allah Teâlâ, fizikî ve ruhî özellikleri ile yaratilmis diger mahluklar arasinda seçkin bir makam verdigi insanoglunu kötülülüge ve bozulmaya elverisli bir fitrat üzere yaratmistir. Süphesiz Allah, herseyi güzel yaratmistir. Ancak insana bütün yaratilanlar arasinda özel bir deger vermis, ona, Rabbine saf bir kalp ile yöneldigi zaman meleklerden bile üstün olabilecek bir kabiliyet vermistir.
Allah'in insana verdigi bu kiymet, onun, yaratilisindaki mükemmelligi, fevkalade karmasik ince cismanî yapisi, baska hiç bir canliya bahsedilmemis aklî durumu ve akillara durgunluk veren ruhî yapisinda ortaya çikmaktadir.
Iste bütün yönleriyle tam bir mükemmellikte yaratilmis olan insan, Rabbinin gösterdigi yoldan sapmalar göstermeye basladigi an onun için, bu en güzel yaratilista olma vasiflarini kaybetme durumu baslamis demektir. Allah Teâlâ, en güzel sekilde yarattigi ve dogru yolu gösterici peygamberler ve kitaplar göndererek onu dünya ve ahiret nimetleriyle nimetlendirdigi halde nankörlük edip sükretmekten vazgeçer ve kendisine yaraticisindan baska ilâhlar edinerek isyan ederse, ruhî ve manevî yönden asagilarin asagisina sürüklenir ki bu durumda hayvanlarin bile düsemeyecegi dereceye düser:
"Sonra da onu asagilarin asagisi olan "esfel-i safilîn"e indirdik" (5).
Insanin en güzel sekilde yaratilip, sonra da "asagilarin asagisina" indirilmesinin sebebi ona seçme hürriyetinin verilmis olmasidir. Insan, iyilik ve kötülükten her birini isleyebilme konusunda serbest birakilmistir. O, dilerse dünyevî seylere ve sehevî arzulari tatmin etmeye çagiran nefsine tabi olur ve manevî yönden asagilara dogru düser. Dilerse hevasina uymaktan kaçinarak Rabbine yönelir, yaratilisindaki en güzel biçimini muhafaza etmis ve Allah'in hosnut oldugu kullarinin arasina girmis olur. Iyilige ve kötülüge tabi olma konusunda insan, dünya hayatinda hür iradesiyle basbasa birakilmistir. iste verilen bu hürriyet onu, diger varliklardan ayiran bir sorumluluk yüklemektedir. iste bu sorumculugun bilincinde olmak isteyen kimseler, bir anda kendilerini asagilarin asagisinda bulmaktadir. Allah Teâlâ, bu dereceye düsüp cehennem çukurlarina yuvarlanacak olan kimselere istisna olarak iman edip salih ameller isleyenleri göstermektedir ki bu kimseler, Rableri tarafindan sürekli bir kesintisiz bir sekilde mükafatlandirilacaktir:
"Fakat iman eden ve salih ameller isleyenler bunun disindadir. Onlar için arkasi kesilmeyen mükafaat vardir"(6).
Bu gerçekleri dile getirdikten sonra, insana neye dayanarak itaat etmekten yüz çevirdigi sorulmaktadir. Soru, islemis oldugu suçlardan dolayi hiç bir mazereti olmayan bir kimseye yöneltilmis hesap soran bir üsluptadir ki, muhatabin buna verecegi hiç bir cevabi yoktur. Çünkü her sey açik bir sekilde bütün delilleriyle insanoglunun gözleri önünde serili bulunmaktadir:
"Ey Insan! Bütün bu hakikatlerden sonra sana dinini yalanlatan nedir?" (7).
Allah Teâlâ, hükmederken adaletle hükmetmektedir. Bu, bütünüyle apaçik olan bir gerçektir ve bunu hiçbir akil sahibinin inkar etmesi mümkün degildir. O'nun verdigi her hüküm büyük hikmetler içermektedir. Sure bu gerçegi dile getirerek son bulmaktadir:
Allah, hükmedenlerin en güzel hüküm vereni degil midir?" (8). Resulullah (s.a.s) söyle buyurmustur: "Sizden biriniz Tîn sûresini okuyup. "Allah hükmedenlerin en güzel hüküm vereni degil midir" ayetine gelince: Evet biz de buna sahidiz ki, O hükmedenlerin en iyi hükmedenidir" desin" (Alusî, a.g.e, XXX, 177).
Kur'ân-i Kerim'in yüz altinci suresi. Âyetlerin sayisi Hicazlilara göre bes, digerlerine göre dörttür. On yedi kelime ve yetmis üç harften ibarettir. Âyetlerin sonlarina ahenk veren fâsilalari, te, sîn ve fe harfleridir. Sûre adini Ilk âyette geçen, "Kureys" kelimesinden almistir.
Dahhâk ve Kelbî, bu sûrenin Medenî oldugunu söylemislerdir. Ama müfessirlerin çogunlugu sûrenin Mekke'de nâzil oldugu üzerinde müttefiktirler. Sûrenin Mekkî olduguna "rabbe haze'l-beyt" âyeti delil gösterilmistir. Seleften bazilari bu sûrenin içeriginden dolayi Fil suresinin devami gibi göründügünü söylemis ve bu Iki sûreyi tek sûre olarak kabul etmislerdir. Fakat ashabin çogunlugunun kanaati ve Hz. Osman'in Islâm dünyasinin merkezlerine gönderdigi mushaflarda da bu Iki sûre arasinda Besmele'nin konulmasi, bunlarin Iki ayri sûre olduguna kesinlik kazandirmistir (Elmalili Hamdi Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 6146 vd; Mevdudî, Tefhîmü'l Kur'ân terc. Heyet, Istanbul 1988 s. 274 vd.).
Bu sûre muhteva olarak Fil suresinin bir devami mahiyetindedir. Allah (c.c.)'in Kureyslilere Fil olayindaki ihsâni hatirlatildigi gibi, bu sûrede de kisin ve yazin yaptiklari seyahat nimeti ve elde ettikleri bol kazançlari hatirlatilmaktadir. Kureyslilerin yasadiklari yerler çorak ve verimsiz arazilerdir. Ama Kâbe'nin kudsiyeti Kureysliler için bir özellik tasimaktaydi. Bu yüzden önlerine genis rizik kapilari açildigi, huzur ve emniyet içerisinde riziklarini elde ettikleri ima edilmektedir. Kis ve yaz yapilan bu ticarî seyahatlere alistiklari ve âdeta bir gelenek haline getirdikleri vurgulanmaktadir. Ilk âyette geçen "îlâf", sevmek, dagildiktan sonra bir araya gelmek, bir seyi âdet haline getirmek manâsini tasir. Ticarî iliskilerinden dolayi, çevredeki kabileler ve devletler, Kureyslilere "ashâb-i îlâf" (ülfet iliskisi olanlar) demekteydiler.
Bu hâdîse sûrede söyle anlatilmaktadir.
"(Eger Allah'in baska ni'metlerinden dolayi kulluk etmiyorlarsa hiç degilse) Kureys'in (güvenini saglayip) onlari kis ve yaz yolculuguna alistirdigi için (ibadet etsinler)" (1, 2).
Sûrede Allah'in bu lutfu hatirlatildiktan sonra, onlarin bu ni'mete sükretmeleri gerektigi belirtilerek söyle devam edilmektedir: "Bu evin Rabbine ibadet etsinler. Ki O, kendilerini açliktan kurtarmis ve korkudan da emin kilmistir" (3, 4).
O evin sahibi ve Rabbi, onlari açliktan kurtarip doyurmus ve korkudan da emin kilmistir. Allah onlara emniyet ve ruhsat nimetini verdiginden dolayi yalniz O'na ibadet etmeleri ve ondan baska ilahlari O'na ortak ve denk kabul etmemeleri gerektigi anlatilmaktadir. el-Ankebût suresinin altmis yedinci âyetinde o zamanki asâyisi ve Kureys'in durumu söyle belirtilmektedir: "Çevrelerinde insanlarin zorla kapilip götürülmesine ragmen orayi harem yaptigimizi onlar görmediler mi?" Cahiliyye döneminde hiç bir kabilenin korkudan emin olmadigi bir ortamda, Kureys kabilesi her türlü tehlikeden korunmus bir sekilde yasamlarini sürdürdüklerini kendileri de biliyorlardi. Kureys'in tasidigi "Kâbe'nin hizmetçileri" sifatindan dolayi, hiç kimse onlara dokunmazdi. Herhangi bir saldiri esnasinda; Kureyslilerin "Biz Haremliyiz" veya "Biz Allah'in haremindeniz" demeleri saldirgani durduruyordu. Tüm bu ni'metlerden dolayi Kâbe'nin Rabbine ibadet etmeleri Istenmektedir.
Kureys suresinin faziletiyle ilgili bir hadis-i serifte Rasûlüllah (s.a.s) söyle buyurmustur: "Allah Teâlâ Kureyslileri yedi özellikle üstün kilmistir? Ben onlardanim; nübüvvet onlardadir; Mekke'nin hâcibligi onlardadir; Mekke'nin su dagitma islemi (sikâye) onlardadir; Allah, fil ordusuna karsi onlari muzaffer kilmistir; onlar, kendilerinden baskasi Allah'a ibadet etmezken, sürekli Allah'a ibadet etmislerdir; Allah onlar hakkinda Kur'ân'da bir sure indirmistir" Rasûlüllah sonra Kureys suresini okumustur. (Ibn Kesir, Tefsîru'l Kur'âni'l-Azîm, terc. Bekir Karliga, Bedrettin Çetiner Istanbul 1987, XV, 8603-8685).
Böylece Kureys suresi'nde; Rasûlüllah (s.a.s) gönderildigi zaman herkes tarafindan bu olaylar bilindigi için ayrica açiklamaya gerek duyulmamistir. Onun için dört kisa âyetle bu beytin (Kâbe) putlara degil, sadece Allah'a ait olduguna inandiklarina, Allah'in bu Beyt'e, dolayisiyla kendilerine emân bagislayip ticarette ilerleme lütfettigine ve açliktan kurtararak refah nasib ettigine göre; Kureys'in sadece bu Beyt'in Rabbine ibadet etmeleri gerektigi beyan edilmistir.
Kurân-i Kerîm'in yüzbirinci suresi. Onbir âyetten meydana gelmistir. Fâsilasi; he, peltek se ve sin harfleridir.
Bu sûrenin Mekkî oldugu üzerinde hiç bir ihtilaf yoktur. Ayrica muhtevasindan, Mekke döneminin baslangicinda nazil oldugu anlasilmaktadir.
Sûre: adini, ilk âyetini teskil eden ve kiyamet isimlerinden biri olan "el-Kâria" kelimesinden almistir. Bu kelime, yalnizca sûrenin ismi degil ayni zamanda konusudur. Zira sûrenin konusu tamamen kiyametle ilgilidir. Burada kiyametin birinci safhasindan, ceza ve mükâfatin sonuna kadar, âhiret hayatinin bir bütün olarak zikredilmis oldugunu görüyoruz.
"Kâria" sözü; haddi zatinda çarpan, bir seyin birseye çarpmasindan çikan sert ses. Korkunç olay, büyük felaket (er-Ra'd, 13/31) ve eziyet gibi manalari ifade eder. Ayrica; "kâriatüddâr=evin sahasi", "kâriatüttarik= yolun üst tarafi" vb. misaller de oldugu gibi, isim tamlamasi halinde kullanildigi zaman çesitli anlamlara gelebilir (el-Cevherî, "es-Sihâh", Karaa mad.).
Bu sûredeki "el-Kâria" ise; "el-Hâkka", "et-Tâmme", "es-Sâhha", "el-Gâsiye" vb. gibi kiyamet isimlerinden birisidir (Ibn Kesîr, "Tefsîrü'l Kur'âni'l-Azîm", VIII, 489).
Kiyametin, "el-Kâria" diye isimlendirilmesinin nedeni hususunda çesitli görüsler vardir. Bunlar:
1- Insanlarin aklini alacak, ödlerini patlatacak olan ilk "sayha"dir. "Sûr'a üflenince, Allah'in diledikleri müstesna, göklerde ve yerde kim varsa düsüp ölmüs olacaktir" (ez-Zümer, 39/68). buyuruldugu üzere bu olay, "sa'k" nefhasinda olacaktir. "Yalnizca bir tek sayhayi bekliyorlar " (Yâsin, 36/49) buyurulmasi da bunu te'yîd ediyor.
2- Âlemin altüst olmasi esnasinda, gök cisimlerinin biribirleri ile siddetle çarpisacaklarindan dolayidir.
3- "Kâria", insanlari korkuyla ve siddetli gürültülerle çarpan demektir. Bu ise; gökte çatlama ve yarilma, günes ve ayda katlanip dürülme, daglarda parçalanip ufalanma, arzda dürülme ve degisme iledir.
4- Hak düsmanlarini, rezil ve rüsvay ederek, azâb ve büyük bir dehsetle çarpacagindan dolayidir (M. Hamdi Yazir, "Hak Dini Kur'ân Dili, IX, 6025).
Sûre, "el-Kâria"(l) diyerek, yalin bir kelime ile basliyor. Bomba gibi bir tek kelime... Manasi: "Felaket kapisini çalacak olan"(1). Maksat, ifadesi ve tonuyla bu korkunç ve devirici manayi vermek, böylece tüm dikkatleri kendine çekmek.
Ardindan gelen soru dehseti daha da arttiriyor: "Nedir o felâket kapisini çalacak olan? " (2) Bu soru ile dinleyenlerin merak ve korkusu büsbütün artiyor. Verilecek cevabi sabirsizlikla fakat endiseyle bekliyorlar. Nihayet verilen cevap, meseleyi yine bilinmezlige sürüklemekte: "Felâket kapisini çalacak olanin ne oldugunu bilir misin?" (3)
Hadise o kadar büyük ki, akillar onu idrâk etmekten âciz, düsünceler onu tahayyül edemeyecek kadar zayiftir.
Bundan sonra gelen âyet, bu muazzam olayin mahiyetini anlatmak yerine, onun nasil olacagini izah ediyor, Çünkü mahiyeti, idrak ve tasavvurun çok üstünde bir sey: "O gün insanlar, çirpinip yayilan pervaneler gibi olacak. Daglar da atilmis renkli yünler gibi olacak" (4-5).
Buraya kadar olan bölümde, kiyametin ilk merhalesi, yani dünya nizaminin altüst olacagi, olayin dehseti karsisinda insanlarin, isik karsisindaki kelebeklerin her tarafa dagilisi gibi saga sola kosusacaklari, daglarin hallaç pamugu gibi atilacagi zikrediliyor.
Bundan sonraki bölümde, kiyametin ikinci safhasindan, amellerine göre insanlarin âhiretteki akibetinden söz edilmektedir: "Artik kimin tartilari agir gelirse, o, hosnut olacagi bir hayat içersindedir " (6-7).
A'râf suresinde de "O gün tarti tam dogrudur. Kimin tartilari agir gelirse iste onlar kurtulusa erenlerdir" (el-A'râf, 7/8) buyurulur.
Sûre, âhirette bedbaht olacaklarin acikli sonunu su sekilde dile getirmektedir: "Ama kimin de tartilari hafif gelirse, artik onun anasi hâviyedir" (8-9).
'Hâviye"; yüksek yerden asagi düsmektir. Derin çukur veya uçurum manasina da gelir. Âyette geçen "ümmühü hâviye=anasi hâviyedir " sözü iki sekilde anlasilabilir. Biri, tartisi hafif gelenlerin cehenneme tepe taklak atilacaklari manasina gelir. Ikincisi; nasil anne çocuk için bir siginaksa, ayni sekilde "hâviye", tartilari hafif gelenler için anne kucagi gibi bir siginaktir. Ne korkunç bir siginak...
"Hâviye" kapali bir ifade. Bundan sonra gelen iki âyet onun ne oldugunu net bir sekilde izah etmektedir: "Onun ne oldugunu bilir misin sen? Kizgin bir atestir " (10-11).
Demek ki "hâviye" yalnizca bir çukur degil, ayni zamanda kor ates ile dolu bir çukurdur. Iste, o tartisi hafif gelenlerin anasi, varip siginacaklari bir ana kucagidir. Sûre, bu aci gerçekleri, zihinlere canli bir tablo gibi naksederek son bulmaktadir.
Kur'ân-i Kerim'in yetmisbesinci suresi. Sûre, adini Ilk âyetinde geçen "Kiyâmet" kelimesinden almistir. Bununla beraber surede Kiyâmet konusu islendiginden dolayi da bu ismi almis olabilir. Mekke'de nâzil olmustur. Kirk âyet, yüzdoksandokuz kelime ve üçyüzelliIki harften ibarettir. Âyet sonlarina âhenk veren fâsilalari; elif, yâ ve ha harfleridir.
Sûrenin Ilk Iki ayet-i kelimesi, kiyâmeti ve insani ele alarak baslamaktadir. Allah kiyâmet gününe yemin etmekte, bu olayin mutlaka gerçeklesecegini hatirlatmaktadir. Bu kâinat sisteminin, ezeli ve ebedî olmadigina isaret edilmektedir. Ayrica "levvâme" diye adlandirilan; uyanik, korkan ve yaptiklarindan pismanlik duyan, kendisini hesaba çeken bir nefis üzerine yemin edilmektedir.
"Kiyâmet gününe yemin ederim. Ve nedamet (pismanlik) çeken nefse de yemin ederim " (1-2). Daha sonra, sûrenin sonuna kadar kiyâmet ve insan nefsine ait hususlara yer verilmektedir.
Sûrenin Ikinci kisminda kiyâmet gününe inanmayan müsriklerin bazi iddialarina cevaplar vardir. Islâm nizâminin esaslarini kabul etmeyen, kendi hevâ ve heveslerini ilah edinen, atalarini körü körüne takip eden ve Allah'in razi olmadigi bir sirk düzeni Içinde yasayan insanlar; bazi kimselerin kafalarini karistirmak için kiyâmet gününün ihtimal disi oldugunu, hayatin sadece bu dünyada oldugunu ortaya atiyorlar, bunlari insanlara anlatirken de bazi örnekler veriyorlardi. Müsrikler sürekli olarak; çürümüs topraga karismis, kimisi yakilmis, kimisi hayvanlar tarafindan yenilmis, parçalanmis, yok olup kaybolmus insanlari yeniden parçalarini bir araya getirmek mümkün mü? diye soruyorlardi. Allahü Teâla söyle buyurmustur:
"Evet, bizim, onun parmak uçlarini bile düzeltmege gücümüz yeter. Fakat insan kötü amel islemeye devam etmek Ister" (4-5). Bu âyetler müsriklerin kötü niyetlerini ortaya koymaktir.
Sûrede öldükten sonra dirilmeyi ve kiyâmet gününün meydana gelecegini inkar eden ve "kiyâmet günü de ne zaman" diyen müsriklere cevap verildikten sonra insanin kalbini kendisine yönelten sahnelerden biri olan kiyâmet günü ve bu günde meydana gelecek kâinat degisikliklerinin bir kismi gözler önüne serilmektedir. Meydana gelecek büyük olaylar karsisinda insanlarin ruhî durumlarini, ayrica süphe ve tereddütler Içinde yasamis, isi hafife alan bir ruh haleti Içinde kiyâmet gününü soranlara da ani bir cevap verilmektedir.
"Göz kamastigi, ayin tutuldugu, günes ve ayin bir araya getirildigi zaman, Iste o gün insan: "Kaçacak yer nerede?" der. Hayir, hayir, hiçbir siginak yoktur. Ey insan! O gün sen, Rabbinin huzuruna varip durursun. O gün, insanogluna önce ve sonra yaptigi ne varsa bildirilir. Özürlerini sayip dökse de, insanoglu, artik kendisine karsi bir sahittir" (7-15).
Sûrenin üçüncü kismi, bizzat Rasûlüllah (s.a.s)'i muhatap almaktadir. Rasûlüllah, vahyi Cebrail (a.s)'dan aldigi esnada âyetleri eksiksiz bir sekilde ve tam manasiyla ezberlemek maksadiyla dilini oynatarak tekrar etmekteydi. Hz. Peygamber, gelen âyetleri unutmaktan korktugu için Allah, ümmetin peygamberine bir talimat vermektedir. Kur'ân'in muhafazasinin, toplanmasinin ve açiklanmasinin kendisine ait oldugunu bilmesini Istemektedir. Allah: "Ey Habîbim! Cebrail sana Kur'ân okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber okuma, yalniz dinle. Dogrusu o vahyolunani kalbinde toplamak ve onu sana okutturmak bize aittir. Biz onu (Cebrail'e) okuttugumuz zaman onun okumasini dinle! Sonra onu sana açiklamak bize aittir" (16-19).
Dördüncü kisimda âhiret âleminde Iki grup insanin durumunu açiklamaktadir. Birinci grup, Rabblerine karsi her bakimindan teslimiyet gösteren, dünya hayatinda Allah'in Istedigi sekilde yasamlarini düzenleyen, Allah'in dini ugruna canini, malini feda edenlere büyük bir mükafat sunulmaktadir. Bu kimseler, mutlu, huzurlu ve yüzleri parlayacak insanlardir. Bahsedilen diger grup ise, Allah'la olan tüm baglarini koparmis, Allah'tan ümidini kesmis, isyanlari, küfürleri ve yalanlamalari nedeniyle baslarina gelecek kötü âkibeti bekleyen asik suratli insanlardir. Sûrede bu Iki sinif insanin vaziyetleri söyle tasvir edilmektedir:
"Hayir, hayir ey insanlar! sizler çabucak geçen dünya nimetlerini seversiniz. Âhireti birakirsiniz. O gün bazi yüzler Rabbine bakip parlayacaktir. O gün bazi yüzler de asiktir. Kendisinin belkemiginin kirilacagini anlar" (20-25).
Sûrenin besinci bölümü, ölüm anindaki kâfirlerin perisan hallerinden sözeder. Ölüm; insanin kalbini saran ve ondan kurtulmanin imkansiz oldugu büyük bir olaydir. Sûrenin üzerinde durdugu, sürekli insana hatirlatilan korkunç ölüm hakikatidir. Bu büyük olayin her an tekrarlanmakta oldugu anlatilmaktadir. Hiç kimsenin ölümden kurtulamayacagini, etrafta bulunanlarin da üfürecek, vesile olacak, sefâat edecek ve karsi koyacak veya geriye birakacak güçte olmadigi söyle beyân edilmektedir:
"Dikkat edin, can bogaza gelip köprücük kemigine dayandigi zaman tedavi edecek yok mudur? denir. Artik ayrilik vaktinin geldigini anlar. Bacaklar birbirine dolasir. O gün Rabblerinin huzuruna dogru sevk edilirler" (26-30).
Sûrenin altinci bölümünde kendisine Allah'in âyetleri geldikten sonra küfrü tercih eden, peygamberi yalanlayan, Allah'a ibâdet etmeyen kibirlenen insanlarin bazi özellikleri belirtilmektedir:
"O ne peygamberi tasdik etmis, ne de namaz kilmistir. Fakat onu (peygamberi) yalanlayip yüz çevirmistir. Sonra da salina salina kendinden yana olanlarin yanina gitmistir" (3135). Bundan sonraki Iki âyeti kerime, kafirlere tehdit ve acikli bir azabin va'dini haber vermektedir. "Sana yaziklar olsun, yazik. Sonra da hakettigin bu bela basina gelsin" (34, 35)
Sûrenin son kismi, baslangiçla oldugu gibi, insani ve diriltme günü (ba's günü) üzerinde durulmaktadir. Insanin basibos birakilamayacagini, kiyâmet gününde tekrar diriltilecegi açiklanmaktadir. Bununla birlikte Yeryüzünde kibirlenen kimseler, 'kiyâmet günü de ne zamanmis ?" diyen kâfirlere önceki yani Ilk yaratilislar hatirlatilmaktadir. Bu hatirlatmanin gayesi; insanin o Ilk yaratilisindaki incelikleri düsünmesi ve kiyâmet gününde dirilme olayinin tekrar vukû' bulacagina inanmasidir. Ayrica kibirlenen müstekbirlere; insanin, neden yaratildiginin, anmaya deger bir varlik oluncaya kadar geçirdigi merhaleleri hatirlatilmaktadir. Allah'u Teâlâ böyle buyurmaktadir:
"O, akitilan bir meni damlasi degil miydi? Sonra meniden kan pihtisi oldu, sonra Allah onu yaratip sekil verdi. Ondan erkek disi çiftler yaratti. Bunlari yapan Allah'in ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter" (37-40).
Böylece, sûre basindan sonuna kadar kiyâmet konusunu son derece ibret verici bir üslûpla insanlara sunmaktadir.
Kur'ân-i Kerîm'in yüzdördüncü suresi. Mekke'de nâzil olmustur. Dokuz âyetten ibarettir. Adini birinci âyetteki "hûmeze" kelimesinden almus olup, fasilasi "he" harfidir.
"Humeze", baskalarini çekistiren anlaminda kullanilmaktadir. Buradaki "hûmezetün lümeze" kelimeleri, Arapça'da birbirine çok yakin anlamli Iki kelimedir, birbirinin yerine de kullanilabilir. O kadar az fark vardir ki, dile son derece vakif olan Araplar bile hûmeze'nin anlami olarak lümeze'yi gösterirler. Bu durumda anlam söyle olur. Baskalarini hakir ve zelîl etmeyi âdet haline getiren o kisi bazilarini parmakla gösterir, bazilarini da söz ile isaret eder. Bazilarina nasipleri dolayisiyla ta'n eder. Bazi sahislari da kötülüge baglar. Bazilarini yüzüne karsi asagilar, bazilarini da giybet eder. Laf tasiyarak dostlar arasinda kavga ve huzursuzluk çikarir, kardeslerin arasini bozar. Baskalarini kötü isimle çagirir, onlarla alay eder ve eksikliklerini ortaya çikarir.
Bu sûre, Islâm dâvasinin Ilk dönemlerindeki gerçek hayat tasvirlerinden birisini aksettirmektedir. Ayrica her toplum ve çagda görülebilen bir örnegi tasvir etmektedir. Sûrede, basit ruhlu, asagilik bir kisi canlandirilarak böyle insanlarin hâl ve tavirlari anlatilmakta ne kadar zavalli olduklari vurgulanmaktadir. Kendisine mal verilen ve malin esiri olup dünyada tek degerin maldan ibaret oldugunu sanan, maddiyat karsisinda bütün degerlerin küçüklügüne Inanan asagilik ruhlu insanlardan birisidir. Ayrica o, elde ettigi bu malin her seye gücü yeten ve hiçbir seyi yapmaktan geri kalmayan bir tanri oldugunu sanmaktadir. Böylece ölümün gelmeyecegini ve ebediyyen mal dolayisiyla hayatta kalacagini zannetmektedir. Eger öbür dünyada bir hesap veya ceza olacaksa bunu maliyla devralacagini sanmaktadir. Mali, parasi artik onun tanrisi olmustur. Artik o, maddiyat ve dünyaya tapmaktadir.
Bu vesileyle o âdî tip (ve onun gibileri) mallarini saymakta ve saydikça zevk almaktadirlar. Içinden kötü bir duygu onu insan seref ve haysiyetini çignemeye, diliyle insanlari çekistirip alay etmeye itmektedir.
Bu tasvir sahsiyetten yoksun ve imandan mahrum olan beser ruhunun igrenç, çirkin ve âdî bir tasviridir. Islâm, ahlâkî yücelige deger verdigi için bu derece düsük ve âd; ruhlari nefretle karsilar. Bunun için alay ve istihzayi yasaklar. Çesitli yerlerde onu bunu kinamayi reddeder. Burada bu derece çirkin ve igrenç olarak zikredilip bunun yanisira tehditlerin yer almasi demek oluyor ki, o devirde bir takim müsrikler Rasûlüllah aleyhine ve mü'minlere karsi böyle davranmaktaydilar. Bu gerçek dün onlara karsi uygulanmis, günümüzde de yine müsrikleri arattirmayacak derecede müslümanlara karsi uygulanirligi devam etmektedir .
l) "(insanlari) arkadan çekistiren, yüze karsi (onlarla) alay eden her kisinin vay haline.
2) Ki o, (dünya) mali(ni) toplayip tekrar tekrar sayanlar.
3)"Malinin gerçekten kendisine (dünyada) ebedî hayat verdigini sanir."
4) "Hayir (sandigi gibi mali kendisine ebedî hayat vermeyecek ve) o elbette Hutameye (her seyi yakip bitiren demek olup, cehennemin isimlerindendir) atilacaktir."
7) "Ki o (derilerini, etlerini yiyip bitirecek ve) kalplerin üstüne çikacaktir".
8-9)"Muhakkak ki bu (atesin kapilari) onlarin üzerine uzatilmis direklerle kapatilmis (olacak) tir."
Yüce Allah'in bu sekli reddedisindeki itinasinda Iki büyük mâna görülmektedir. Biri; ahlâk düsüklügünün takbih edilip bu çesit düsük ruhlari kötülemek. Ikincisi; Mü'min ruhlari destekleyerek onlara asagiliklarin sizmasini önlemek, Allah'in yaptiklari her seyi gördügünü onlardan hoslanmayacagini ve cezasini verecegine isaret etmektir. Bu isaretler mü'minlerin ruhen yüceltilmelerini saglamak ve çirkin hile ve oyunlardan uzaklasmasini saglamak içindir.
Kur'ân-i Kerim'in yetmis yedinci suresi. Yüz seksen bir kelime, sekiz yüz on alti harften ibarettir. Fasilasi elif, be, te, ra, ayn, lam, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Hümeze suresinden sonra nazil olmustur. Adini birinci âyetinde geçen
"birbiri ardindan gönderilen rüzgârlarin" kastedildigi "Mürselât" kelimesinden almistir. Sûre, "Urf" adiyla da anilmaktadir. Mina'da nazil oldu. Abdullah Ibn Mes'ud (r.a.)'dan nakledilen bir hadIste söyle denilmektedir: "Biz Mina'da bir magarada Rasûlüllah (s.a.s.) ile bulundugumuz bir sirada "Mürselât" suresi indirildi. O okuyor, ben de onun agzindan belliyordum" (Buhârî, Tefsîru'l-Kur'an, 77).
Ahireti, yani ölüm sonrasi dirilis konusunu isleyen sûrede, kiyamet ve âhiretin varligi anlatilmaktadir. Kiyamet ve ahiretin gerçeklerini ikrar ya da inkâr eden kimselerin sonlari hakkinda bilgi verilmektedir. Ilk yedi ayette; "Yemin olsun, iyilik için birbiri pesinden gönderilenlere. Siddetle eserek (zararlilari) savurup atanlara (Hakikat) tohumlarini yaydikça yayanlara (Hak ile bâtili) birbirinden iyice ayiranlara (Allah'a yönelenleri) aritmak, (kötüleri) sakindirmak için ögüt telkin edenlere ki, size vadolunan sey muhakkak gerçeklesecek" (1-7) buyurulmaktadir.
"Birbiri ardinca gönderilenler"den maksat, rüzgârdir. "Siddetle esip kostukça kosanlara" ve "yaydikça yayanlar"dan maksat da müfessirlerin görüsüne göre, yine rüzgârdir. Çünkü rüzgârlar gökyüzünde bulutlari Aziz ve Celil olan Rabb'in Istegi dogrultusunda yaymaktadirlar.
"Böylece ayirdikça ayiranlara, zikri getirenlere; mazeret ve uyari için" Bunlarla kasdolunan meleklerdir. Ibn Abbas, Ibn Mes'ûd, Mücâhid, Katâde, Mesrûk, Süddî ve Sevrî bu kanaati belirtmislerdir. Bu manada ihtilâf yoktur. Çünkü melekler, Hak ile batilin, hidayet ile sapikligin, helâl ile haramin arasini ayiran Allah'in emrini, peygamberlere indirirler. Peygamberlere getirdikleri vahiyde, halkin mazeretini ortadan kaldiracak ve emre muhalefet ettikleri takdirde onlari Allah'in azabiyla uyaracak hususlar yer almaktadir. Insanlarin ahirette Allah'a karsi kendilerini savunmak hususunda ortaya sürecekleri bir delilleri ve mazeretleri kalmasin diye onlara teblig edilmek tizere peygamberlere vahiy getirilir. Sûrenin basindan beri kasem harfleriyle yemin edilen gerçek; kiyametin kopmasi, Sûr'un üflenmesi, bedenlerin diriltilmesi, öncekilerin ve sonrakilerin bir yerde toplanmasi, her amel sahibinin ameli; hayir ise hayirla, ser ise serle mükâfatlandirilmasi hususunda va'dedilenlerin hepsi muhakkak ve mutlaka Rabb'in dilemesiyle gerçeklesecektir. "Size va'dedilen mutlaka olacaktir".
Allah Teâlâ, müsriklerin yalanlamakta olduklari ölüm sonrasi dirilisin mutlaka vukubulacagina yemin etmektedir. Ilk yedi ayette kasem harfleriyle yemin edilmesi, Kur'an ve Hz. Muhammed(s.a.s.)'e kiyamet hakkinda verilen bilginin gerçek olduguna, bunun yanisira kiyametin muhakkak vukubulacagina dikkat çekmek içindir. Kiyametin gerçeklesmesinin delili, yeryüzünde hayret verici bir nizam kuran Kadir-i Mutlak(c.c.)'in bundan aciz olmadigidir. Apaçik hikmete dayanan bu nizam, ahiretin muhakkak gerçeklesecegine sehadet etmektedir. Çünkü hikmet sahibi olan Allah, hiç bir seyi maksatsiz ve abes yere yaratmaz. Eger ahiret olmasaydi bütün kâinat anlamsiz olurdu.
Bu ayetlerden sonraki Ilk konu, "hüküm günü"yle ilgilidir. Yerde ve gökte cereyan edecek korkunç degisiklikleri aksettirmektedir. O gün, Allah Teâlâ'nin insanlarla hesaplastigi gün olacaktir:
"Yildizlarin isigi söndürüldügü, gök kubbe yarildigi, daglar ufalanip savruldugu ve peygamberlere (ümmetleri hakkinda sahitlik) vakti tayin edildigi zaman (artik) kiyamet kopmustur" (8-11).
Yildizlarin kararmasi, nurlarinin sönmesi; semanin çatlamasi, Ikiye bölünmesi; daglarin dagilmasi da, pamuk gibi atilmasi demektir. Sevrî, Mansûr kanaliyla Ibrâhim'den nakleder ki; o, "ukkidet" kelimesine; va'd edildigi zaman, diye manâ vermistir. Ve o bu âyeti su âyet gibi tefsir etmektedir: "Yer, Rabb'inin nuruyla aydinlandi, kitâb konuldu, peygamberler ve sahitler getirildi. Onlara haksizlik yapilmadan aralarinda hak ile hükmolundu" (ez-Zümer, 39/69). Kur'ân-i Kerim'de pek çok yerde, Allah'in hasr meydaninda bütün insanlari kendi huzurunda toplayip her kavmi peygamberini sahit olarak çagiracagi ve Allah'in mesajinin insanlara ulasip ulasmadigina sehadet getirecegi beyan edilmistir. Sapik ve suçlu olanlarin karsisinda Allah, Ilk olarak peygamberleri sahit gösterecek ve en büyük hücceti bu olacaktir. Böylece sapikliga düsmelerinin nedeninin kendileri oldugu açiga çikacaktir. Allah'in onlara bunu haber verdigi de ispatlanacaktir.
Nihayetinde kiyamet günü ile alay eden kâfirler, o korkunç olayla karsilastiklarinda dehsete kapilacaklardir. O zaman kâfirler sonlarini, felâketlerini kendi elleriyle hazirlamis olduklarini bileceklerdir: "Bu alametler ne vakte ertelenmistir? Ayirim (hüküm) gününe. (Rasûlüm) Ayirim gününün ne oldugunu sen nereden bileceksin? O gün (Peygamberi ve âhireti ) yalanlayanlarin vay haline!" (12-15).
Hüküm günü, iyilerle kötülerin birbirinden ayri tutuldugu, haklarin ödendigi ve herkes hakkinda neye lâyik ise ona göre hüküm verildigi gündür: "O gün (peygamberi ve ahireti) yalanlayanlarin vay haline!" Yani onlar (müsrikler) bu günün gelecegi haberini yalan zannetmisler ve Allah'in, dünyada yaptiklarini karsiliksiz birakacagini, hesap vermeyeceklerini düsünmüslerdi.
Hüküm gününün, korku veren halinin tasvirinden sonra geçmislerin ve geleceklerin helâki mevzûuna dönülmektedir: "Biz (bunlar gibi inkârci olan) öncekileri helâk etmedik mi? Onlardan sonra gelenleri de onlarin ardina takacagiz. Iste biz suçlulara böyle yapariz! O gün, yalanlayanlara çok yazik! " (16-19).
Yani daha önceden gelen peygamberlere muhalefet edip yalanlayanlari biz helâk etmedik mi? Bu, âhiret hakkindaki tarihi istidlaldir. Yani bu dünyada kendi tarihinize bakiniz. Ahireti inkâr ederek bu dünyayi asil hayat zanneden ve bu dünyadaki neticeleri, hayr ve serri ölçü kabul ederek ahlâkî degerleri ona baglayan bütün kavimlerin istisnasiz hepsi de helâk olmuslardir. Bir gerçek olan ahireti hesaba katmadan davrananlar, hüsrana ugrarlar. Nasil açik açik gerçegi hesap etmeden, gözü kapali davranip da zarara ugrayan kimsenin durumu buna benzer.
"Onlardan sonra gelenleri de onlarin ardina takacagiz". Bu Allah Teâla'nin sünnetidir. Ahireti inkâr edenler, helake ugrayan geçmis ümmetlerde oldugu gibi, sonunda ayni felâkete ugramalarinin kaçinilmaz oldugunu göreceklerdir. Bundan önce, hiçbir kavim bu sondan müstesna olmamis, ileride de olmayacaktir: "Yalanlayanlarin vay haline o gün! ". Onlarin dünyadaki sonu, onlara dünyada verilen ceza asil ceza degildir. Gerçek ceza ve felâket kiyametten sonra olacaktir.
Helâk ve yok edis sahnesinden sonra, bir takdir ve tedbir halinde, büyük ve küçük herkesin yaratilis ve hayat bulma mevzûuna geçilmektedir: "(Ey insanlar!) Biz sizi hakir bir sudan yaratmadik mi? Nitekim o suyu, belli bir süreye kadar saglam bir yere yerlestirdik. Biz buna güç yetistirmisizdir. Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz! O gün, yalanlayanlarin vay haline.'" (20-24).
Biz sizi hakir bir nutfeden baslatarak, insan olarak yetismenizi saglamaya kadir iken, sizi tekrar yaratma hususunda niye kadir olmayalim? Bu apaçik delil mevcût iken, ölümden sonra dirilisi inkâr etmektedirler. Bunlar ne kadar alay ederlerse etsinler, yalanlarlarsa yalanlasinlar, o gün geldiginde bunun onlar için felâket günü olacagini göreceklerdir.
Bundan sonra mevzû tekrar yeryüzüne intikal etmekte, burada Allah'in beser için takdir ettigi ve kolaylikla hayatini devam ettirme imkânlari hazirladigini su sekilde beyan buyurmaktadir: "Biz yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadik mi? Yeryüzünde hasmetli daglar yarattik, sizlere tatli sular içirdik. O gün yalanlayanlarin vay haline!" (25-28).
Yeryüzünün sarsilip oynamamasi için, agirliklariyla tutan daglar ve bulutlardan süzülüp gelen ve yeryüzündeki kaynaklardan cosup akan tatli sular yaratmadik mi? Yalanlayanlara tehdit vaadi vardir. Vay haline o gün yalanlamis olanlarin!
Bu âyetlerin ardindan, hesap ve ceza günü anlatilip öldükten sonra dirilmeyi, cezayi, cenneti ve cehennemi yalanlayan kâfirlere hitap edilerek, kiyamet günü onlara söyle denilecegi bildiriliyor: "Inkârcilara o gün söyle denir: Yalanladiginiz, seye varin gidin. Üç kollu gölgeye gidin. Gölge yapmaz ve alevden de korumaz. O her biri bir saray gibi kivilcim atar. Ve her biri sanki birer sari erkek devedir. Vay haline o gün, yalanlamis olanlarin!" (29-34).
Cehennem'den, Cehennem atesinin alevinden ve yakici azabindan, dehsetli azametinden bahsedilir ve aleve mukabil olan dumanin gölgesinin ne gerçek gölgelik yapar, ne de kisiyi alevin kucagindan koruyacagi anlatilir; sonra kivilcimlarin çok büyük (saray gibi) oldugundan misal verilir. Hisler bu korkuya kapilip dururken âyeti kerime; "Vay haline, o günü yalanlayanlarin" seklindeki tehditle onlari ürpertir.
Cehennem'in o korkutucu maddi görünüsünün beyanindan sonra korkudan dilleri tutulmus, sükût Içinde bekleyenlerin halleri de söyle tasvir edilir: "O, (kâfirlerin) konusamayacagi bir gündür. Onlara izin bile verilmez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler. O gün yalanlayanlara çok yazik!" (35-37).
Konusmaya güçlerinin yetmeyecegi gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Bilâkis, aleyhlerinde çok deliller vardir ve zulmetlerinden dolayi, haklarinda azab sözü gerçeklesmistir. Artik konusamazlar.
Allah Teâlâ bazan bir halden, bazan diger halden haber vermektedir. Ki bu, o günün siddetini, sarsintisini gösterir. Bu sebeple sözün her bölümünün sonunda, "Vay haline o gün, yalanlayanlarin" buyurulmaktadir.
Ardindan, günün hüküm günü oldugu, özür beyan etme günü olmadigi zikredilir: "Bu sizleri ve öncekileri topladigimiz hüküm günüdür. Eger bana karsi bir düzeniniz varsa; onu hemen kurun. Yalanlayanlarin vay haline o gün" (38-40).
Suçlulari tehditten sonra hitap bir ikram müjdesi vermek için müttakîlere yönelmektedir: "Muhakkak ki müttakiler gölgeliklerde ve pinar baslarindadirlar. Canlarinin Istedigi meyveler arasindadirlar. Islediklerinize karsilik afiyetle yeyin, için. Süphesiz ki biz böyle mükâfatlandiririz, iyilik edenleri. Vay haline o gün yalanlamis olanlarin" (41-45).
Allah Teâlâ, farzlari eda edip haramlari terkederek kendisine ibadet eden müttaki kullardan bahisle, onlarin kiyamet günü cennetlerde olacagini bildiriyor. Muttakilerin altinda bulunacaklari gölgelikler, küfredenlerin inkârlarina ragmen gerçektir. Onlar için orada Istedikleri her sey vardir.
Sûrenin devaminda, dünya hayatini ilgilendiren ve gözlerimizi yeniden ve ani olarak bu hayata yönelten bir sahne sunulmaktadir. Mücrimleri küçük düsüren ve helaki haber veren durum; "Yeyin ve biraz zevklenin bakalim, dogrusu sizler suçlularsiniz. Vay haline o gün yalanlamis olanlarin" (46-47) âyetleriyle bildiriliyor.
Sanki mücrimlere söyle denilmektedir: "Iki durumu ayiran noktaya sahit olunuz. Bu dünya hayatinda biraz olsun faydalaniniz. Zira öteki alemde bunlardan mahrum kalacak üstelik de çetin bir azaba ugrayacaksiniz".
Son olarak hidayete davet edildikleri halde, yüz çevirenlerin hayret veren isleri gözler önüne serilmektedir:
"Onlara rüku edin denildigi zaman rükua varmazlar. Vay haline o gün yalanlamis olanlarin. Bundan sonra artik hangi söze inanacaktir onlar?" (48-50).
Kalbleri titreten, bu titreyisle de daglarin sarsildigi bu ilâhi kelama inanmayan kimse bundan sonra ebediyen hiçbir söze inanmaz. Onun bu hali helaktir, bedbahtliktir.
Kur'an-i Kerim'in ellinci sûresi. Kirkbes âyet; üçyüzyetmisbes kelime ve bindörtyüz yetmisyedi harftir. Fasilalari be, cim, dâl, râ, sâd ve zi harfleridir Mekke'de inen sûre, ismini basindaki hurûfu mukatta'dan olan "kâf" harfinden almaktadir.
Sûre, ölümden sonra dirilis konusunu islemekte olup burada ele alinan meselelerin hepsi bu konuyla içiçedir.
Konu islenirken meseleler söyle siralanir:
a- Müsriklerin ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmeleri.
b- Ölümden sonra dirilmenin delilleri.
c- Ölümden sonra dirilmeyi inkâr eden geçmis kavimlerin basina gelen musibetler.
d- Ölüm ve dirilis.
Sûre, kâf harfinden sonra Kur'an'a yemin ile baslar. Ardindan müsriklerin inkâri söyle dile getirilir: "Biz öldükten ve toprak olduktan sonra mi dirilecegiz? Bu dönüs uzak (bir ihtimal) dir" (3).
Ölümden sonraki dirilisin delilleri anlatilirken, görünen âlem yani sehâdet âleminden misaller verilir. Deliller serdedilirken kuru mantik metodu takip edilmez Akilla birlikte hal ve duyguya da hitap edilir Böylece anlatim canlilik kazanir. Asimda Kur'an'in anlatim metodu budur. Zaten insanin duygularindan arinmis olarak salt mantikla hüküm vermesi ve bir sonuca varmasi hemen hemen imkân disidir.
Deliller özet olarak söyle serdedilir:
Göge bakmiyorlar mi? Onu nasil bina ettik? Yildizlarla süsledik. Yeri yaydik, göz alici çesit çesit bitkiler ve agaçlar bitirdik. Yükseklerden yagmur yagdirarak âdeta yeri diriltip canlandirdik.
Bütün bunlari hiç yoktan vareden Allah, elbette onlara yeni bir hayat vermeye de kadirdir.
Bu deliller belirtildikten sonra münkirlerin geçmislerinden örnekler verilir. Kur'ân'in geçmislere dair verdigi her misal, simdiki zamana ve gelecege uzanan bir projektör durumundadir. Kur'an'in tarihi yorumlamasinda insanlar; inananlar ve inanmayanlar seklinde bir ayrima tâbi tutulurlar.
Bu arada muhataplara su husus hatirlatilir: "Andolsun ki insani Biz yarattik ve nefsinin kendisine ne fisildadigini biliyoruz. Hem Biz ona sah damarindan daha yakiniz. (O insanin her seyini bilmemize ragmen) bir sag tarafinda, biri sol tarafinda oturmus iki melegin (onun) amelini yazmakta oldugunu hatirla. O bir söz söylemeye görsün yaninda (hemen yazan) hazir bir gözcü vardir" (16-18)
Metinde geçen "rakib" ve "atid" kelimeleri meleklerin ismi degildir. Bu kelimeler meleklerin sifatidir. Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde böyle buyurmustur: Muhakkak ki kisi Allah'i razi edecek bir kelime söylediginde onun nereye ulasacagini tahmin bile edemez. Allah Teâlâ razi oldugu bu sözü yazar ve hesap günü karsisina çikarir. Yine kisi Allah'i gazablandiran bir söz söyler ve bu sözün nereye varacagini tahmin bile edemez. Ama Allah onun aleyhinde gazabini yazar ve karsilasacagi gün onu karsisina çikarir (Buhâri Rikâk 23 Müslim Zühd 49 50; Ahmed b. Hanbel 11, 236). Alkame bu hadis hakkinda "Beni nice sözleri söylemekten alikoyan bu hadistir" demistir.
Bu canli gerçegin isigi altinda hayatimiza devam etmemiz, yaptigimiz her hareketin, söyledigimiz her sözün, sagimizda veya solumuzda kaydeden kâtipleri bulundugunu ve bizim hesabimiza deftere islendigini ve Allah'in huzuruna çiktigimiz gün onun hiçbir kirintisinin kaybolmayacagini bilip gözönünde bulundurarak yasamamiz yeterlidir.
Bu hatirlatmadan sonra ölüm gündeme getirilir. Ölümün zikredilisi, insani irkilten bir konudur. Geçmis ve gelecegi düsünmekten gâfil olan insana ölüm hatirlatildiginda ister istemez bu probleme yönelme mecburiyetini hisseder.
Ölümün umulmadik bir zamanda gelebilecegi hatirlatilir. O zaman pismanligin bir faydasi yoktur. Âhirete azik hazirlama dönemi son bulmustur. Kötülerin varacagi yer Cehennem olacaktir ve onlar Cehennem'e atildiginda Cehennem; Daha var mi? deyip canli bir varlik gibi konusacaktir.
Muttakilere de her türlü nimetlerle bezenmis Cennet vardir. "Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut sâhit olarak kulak veren kimse için âhirette bir ögüt vardir" (37)
Bu arada hitap Peygamber'e ve dolayisiyla bütün mü'minlere yöneltilir: Su inanmayanlarin dediklerine sabret, sen Rabbini anmaga devam et. Bir gün gelecek, sûr'a üfürülecektir. Herkes yaptiginin hesabini verecektir. "Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardindan O'nu tesbih et. Bir münadinin yakin bir yerden çagiracagi güne kulak ver. O gün bu hak sayhayi isiteceklerdir. Iste bu çikis günüdür" (40-42). Bu âyet-i kerimelerde gökyüzü ile ilgili deliller siralanarak Hz. Peygamber'e hitaben kulluk yapmasi istenmektedir. Bu deliller Allah'i tesbih ve hamd ile ilgilidir. Bundan dolayi Hz. Peygamber'e Allah'i tesbih etmesi emredilmektedir. "Biz onlarin dediklerini çok iyi biliriz. Sen onlarin üzerinde bir zorba degilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la ögüt ver" (45). Kur'an kalpleri tutar, yerinden oynatir sarsar. Allah'tan korkan hiç bir kalp Kur'an'in ögütlerine karsi çikmaz. Bundan dolayi Hz. Peygamber'e sûrenin bu son âyetinde Kur'an'la insanlara ögüt vermesi istenmistir. Nitekim sûre ilk âyetinde de Kur'an'a yeminle baslamistir.
Kur'an-i Kerîm'in doksaninci suresi, yirmi ayet, altmisyedi kelime üçyüzyirmialti harftir. Sure müsriklerin Resulullah'a düsman kesilerek O'na karsi her türlü zulüm ve haksizligi revâ gördükleri bir dönemde Mekke'de nazil olmustur. Fasilasi, "dâl, elif, fâ', hâ" harfleridir. ismini, birinci ayetteki "beled" kelimesinden almistir. Bütün mekkî surelerde oldugu gibi; bunda da itikad ve ibadetin saglamlastirilmasi, ahirette hesap ve cezaya imanin perçinlestirilmesi ve iyilerle kötülerin birbirinden ayrilmasi hedeflenmistir.
Bir önceki sûre olan Fecr suresine bir karsilik verilir. Orada zamanin esref saatlerine yemin edilip insanin refah veya darlikla imtihan edildigi: mal hirsi, miras yiyiciligi, yetime ve fukaraya bakmamak gibi kötü huylari ile âkibetinin kötülügü hatirlatilarak; sureye en nihayet nefs-i mutmainne sahibinin iyi kullar arasinda Cennet'e gireceginin bildirilmesiyle son verilmisti.
Bir önceki surede mesajlari izleyen bu surede ise mekânlarin en kutsali olan Mekke'ye yemin ve onun fethine isaretle söze baslanilmis; insanin mesakkatlerle içli disli yaratildigi beyan buyurulmus; köle azat etmenin, açlik zamaninda yedirmenin Islâm'in matlubu oldugu ve ayni zamanda bunun, yukarida zikri geçen nefs-i mutmainne'nin bu hayirli sonuca varabilmesi için gerekli oldugu gösterilmek istenmistir.
Surede en önemli yer, sureye adini veren "Beled"' kelimesi ile onu kayitlayan hill kelimesidir.
Sure kasemle basliyor. Bu kasemde Kur'an insan hayatinin degismez gerçeklerine temas ediyor: "su beldeye yemin ederim ki, sen bu beldede oturmussun. " (1-2). Buradaki beldeden murat, Mekke'dir. Allah'in haremgâhi, yeryüzünde Allah için insa edilen ilk ev. " Muhakkak ki, insanlar için kurulan ilk ev, mübarek ve âlemlere yol gösteren (Kâbe)dir. " (Ali imrân, 3/96). Burasi bir emniyet ve huzur siginagi olmak için kurulmûstu. Bu mübarek evin agaci da kusu da canli olan her seyi de haramdir; el sürülemez. Ayrica bu ev Araplar'in atasi ve bilcümle müslümanlarin manevi babasi Hz. ismail'in babasi Hz. Ibrahim (a.s.)'in evidir. Yüce Allah sevgili Peygamber'ine ikramda bulunarak onu ve oturdugu beldeyi hatirlatiyor. Belde, bu özellikleriyle ayri bir hürmet, ayri bir seref ve azamet kazaniyor. Müsrikler ise bu mübarek evin hürmetini çigniyor, orada Peygambere ve müslümanlara iskence ediyor ve onlari öldürmek istiyorlardi. Halbuki bu ev serefli bir evdi. Hz. Peygamber'in orada ikamet etmesi de serefine seref katmisti. Onlar bu hürmeti ve azameti göstermek söyle dursun; ayaklar altina bile aliyorlardi. Böylelikle Hz. Ibrahim (a.s.) dininin sahipleri olduklarini iddia eden müsriklerin igrenç ve çirkin durumu ortaya çikiyordu.
Sonra,dogana ve dogurulana kasem edilmesi, dikkatlerimizi bu varligin merhalelerinden bir merhalenin yüce degerine ve oradaki sonsuz hikmete yüce sanata çekmektedir. Bu merhale dogup çogalma merhalesidir. Annenin ve dogan yavrunun dogumun baslangicinda katlandigi zahmetlere, gelisen varligin büyüyüp mukadder olan noktaya ulasmasina dikkatler çekilmektedir.
Bu kasem,insan denilen varligin hayatindaki degismez bir gerçek üzerine yapilmaktadir; "Biz insani gerçekten mesakkat içinde yarattik. " (4) Mesakkat ve zorluk, zahmet ve yorgunluk,savas ve mücadele içerisinde. Nitekim bir baska sûrede; "Ey insanoglu, sen Rabbin için çalisip çabaladin. Artik mutlaka O'na kavusacaksin. " (el-insikâk, 84/6) buyurulmaktadir.
Ilk hücre, zorlayip çabalamadan, çirpinip yorulmadan hayati ve beslenmesi için Rabbi'nin izniyle gerekli sartlari bulmadân ana rahminde karar kilamaz. Karanlik dünyadan çikincaya kadar sürekli bir çirpinis içerisindedir. Annenin kanindan emebildigi kadarini emer. Annenin tattigi yemeklerin özünü alir. Rahim denilen küçük âlemden çikarken bogulurcasina baski ve sIkIntilara maruz kalir. Ve bu andan itibaren en büyük yorgunluk ve zahmet baslar.
Dislerinin çikis ani bir zahmettir. Boyunun uzayisi bir zahmettir. Sabit adimlarla ilerleme bir zahmettir. Ögrenim bir zahmet, düsünce bir zahmet, kazanilan her tecrübe bir zahmettir:
Bilahare yollar ayrilir. Kimi akîdesi ve davasi için zahmetlere katlanir, kimisi de sehveti ve menfaati için... Birinin yorgunlugunun sonu Cennet, digerinin ise Cehennem... Ama hepsi yükünü omuzuna alir, tasir; Rabbi'na ulasincaya kadar basamak basamak merdivenleri tirmanir. Ama oraya varinca en büyük aci mücrimlerin; huzur ise müminlerin olur.
"Yoksa kimsenin kendisine güç yetiremiyecegini mi saniyor? (5)"
"Yigin yigin mal tüketmisimdir, diyor. "(6)
"O kimsenin kendisini görmedigini mi saniyor. "(7)
Iste mesakkatler içerisinde yetisen insan, hesaba çekilmeyecegini, tüm yaptiklarinin kendisine kâr kalacagini saniyor. Azginlik ve zalimlik ediyor. sunun bunun malini aliyor, çaliyor; biriktiriyor; ahlâksizlik ediyor, haddi asiyor; korku nedir, çekinme nedir bilmiyor, infak'a çagrildigi zaman " yigin yigin mal tüketmisimdir" diyor (6).
Allah'in mürakabesinin üzerinde oldugunu ilminin çepeçevre kusattigini unutuyor mu? (7)
Daha sonra sure, kendisine bunca nimetler verilen insanin nankörlük ederek cimrice davrandigini; Allah için infaka davet edildiginde, kendisiyle Cennet arasindaki engelleri kaldirmaya çagrildiginda ".. o sarp geçidi asmaya girisemedi"gini, (11) malindan fedakârlik ederek muhtaçlara vermedigini, Allah için köle azat etmeye katilmadigini ifade ediyor: "Bilir misin sen o sarp yokusun ne oldugunu? O geçit, bir kul azat etmektir. Yahut siddetli bir açlik gününde yemek yedirmektir. "(12,13,14) "Sonra da iman edenlerden, biribirine sabir tavsiye, merhameti tavsiye 'edenlerden olmaktir. " (17) diyerek, insanin mal ile nasil imtihan edildigini veciz bir sekilde ifade etmektedir.
Neticede Allah'in ayetlerini tasdik edip iman edenler sifatini kazananlarin amel defterleri sagindan verilenler oldugunu (18), aksine Allah'in ayetlerini inkâr edenlerin kitaplarinin sollarindan verilecegi ve onlarin, üzerlerine atesin kapilarinin sImsIkI kapatilacak olan mutsuzlar oldugu ifade edilmektedir. (19, 20)
Kur'an-i Kerîm'in seksenaltinci suresi. Onyedi ayettir. Fasilasi elif, lam, ayn, ra, zi, ba ve kaf harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Beled sûresinden sonra nazil olmustur. Adini ilk ayetinden geçen "Târik" kelimesinden almistir.
Surede Allah Teâlâ, Kur'an ayetlerini yalanlayan kâfirlere, insanin güç açisindan ne kadar önemsiz ve hakir oldugunu haber vermekte, pesinden Kur'an'in vasiflarini açiklamakta, sonra da Resulullah (s.a.s)'e inkârcilara mühlet vermesi emredilmektedir. Iki bölümden olusan sûrenin her iki bölümü de kasem ile baslamaktadir. Birinci bölümün baslangicinda göge ve gece ortaya çikana (Târik) kasem edilmektedir. Ikinci bölüm ise; "Dönüs yeri olan göge" yemin edilerek baslamaktadir. Ilk bölümdeki yeminden sonra insani ve amellerini koruyan meleklerin varligi belirtilmekte; pesinden, insanin yaratilisinin ilk basamagi ikinci kasemden sonra ise, Kur'an'in ciddi ve hak ile batili birbirinden ayiran ilâhi bir kitap oldugu dile getirilmektedir.
ilk âyetlerde göge ve gece ortaya çikan bir yildiza yemin edilmekte ve gece ortaya çikan seyin ne oldugu açiklanmaktadir.
"Göge ve gece ortaya çikana (Târik) yemin olsun. Sen gece ortaya çikanin ne oldugunu nereden bileceksin? O, isigiyla karanliklari delen bir yildizdir" (1-3).
Allah Teâlâ göge, oradaki yildizlara yemin ederek, her insanin üzerinde, O'nun emriyle hareket eden bir gözetleyicinin varligini kesin olarak vermektedir. Kaseme cevap olmasi acisindan bu mana, te'kid edilmis gerçegin bildirilmesidir. Bütün insanlar, Allah tarafindan tayin edilmis görevli melekler tarafindan sürekli gözelenirler. Yapilan ve yapilmasi gerektigi halde yapilmayan her seyi tesbit ve kaydederler. Bunun anlami sudur: Kainatta oldugu gibi yeryüzünde de bir basibosluk yoktur, yani insanlar kendi hallerinde terkedilmis degillerdir. Allah Teâlâ bu gerçegi; "Her insanin üzerinde muhakkak bir murakabe edici vardir." (4) ifadesiyle teblig etmektedir. Kasemle teyid edilen bu ayet, herkes için çok büyük ve dehset verici bir uyariyi tasimaktadir. Bu gerçegi idrak eden kimse, hiç kimsenin görmedigi bir yerde dahi olsa, yaptigi seylerin sürekli gözetildiginin ve gelecekte mükâfatlandirilmak veya cezalandirilmak için bütün islerinin kaydedildiginin bilincinde olarak hareket edecektir.
Daha sonra insanoglunun bizzat kendi yaratilisina bakmasi, geldigi yeri ve seklini görerek ikinci yaratilisinin hiç de zor bir sey olmadigini idrak etmesi için yol gösterilmektedir.
Insan neden yaratildigina bir baksin. O, bel kemigi ile gögüs kemigi arasindan çikan tazyikli bir sudan yaratilmistir. Süphesiz Allah, insani öldükten sonra diriltmeye kadirdir" (5-8).
Her nefis için gözetleyici tayin eden Allah Teâlâ, insanlarin gizli olarak isledikleri seylerin kiyamet gününde tek tek ortaya çikarilacagini ve o günde insanoglunun güçsüz bir sekilde teslim olmaktan baska bir sey yapamayacagini ve hiç kimseden de yardim alamayacagini haber vermektedir: "Sirlarin ortaya dökülecegi gün, insanin ne bir gücü ne de bir yardimcisi vardir" (9-10).
Öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve sonrasindaki olaylari kabul etmeyen veya bu konuda süphesi bulunan kimselere bu iste sek ve süpheye yer olmadigi, ahiret hayatinin kesin ve mutlak bir gerçek oldugu, göge ve yere kasem edilerek bildirilmektedir.
"Andolsun o dönüs yeri olan göge ve yarilan yere ki, muhakkak o kesin bir hükümdür. O bir eglence degildir" (11-14).
Müsrikler, Kur'an ayetlerinin insanlara ulastirilmasini engellemek için çesitli yollara basvuruyorlar, Islam'in nurunu söndürmek ve insanlari süpheye düsürmek için akil almaz iftiralarla müslümanlara karsi karalama kampanyalari tertipliyorlardi. Allah Teâlâ, onlarin bütün tertiplerinin bosa çikarilacagini ve önüne geçmeye çalistiklari Islâm davasinin, her seye ragmen takdir edilmis hedefine ulasacagini ve kafirlerin kisa bir zaman sonra kendilerine haber verilen sözle karsilasacaklarini bildirmektedir.
"Onlar, tuzaklar kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayim. Ey Muhammed! Sen o kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tani" (15-17).
Kur'ân-i Kerim'in ellidördüncü sûresi. Ellibes âyet, üçyüzkirkiki kelime, bindörtyüzonüç harften ibarettir. Fasilasi tâ harfidir. Sûre, hicretten önce müsriklerin mucize istemeleriyle ayin yarilmasi mucizesi gösterilmis fakat inkârcilar sihir oldugunu ileri sürüp mucizeyi yalanlamalari sonucu nazil olmustur. Sûre, adini birinci âyette geçen "el-kamer" kelimesinden alir.
Sûre, basindan sonuna kadar peygamberleri yalanlayanlarin içinde bulunduklari korku, kalplerinin sarsilmasi ve onlara karsi takinilacak tavirlarla doludur. Buna karsi müslümanlarin huzur ve güven içinde olduklari belirtilir. Sürede birbirini izleyen bölümler halinde peygamberleri yalanlayanlarin basina gelen azab ve kötülük sahneleri anlatilarak insanlarin düsüncelerine hitab edilir. Onlarin gerçeklerden kaçmalarina karsilik Allah onlari azab ve tehditle sarsmakta, sonuçta ise hidayete ermis müslümanlara müjdeler vermektedir.
Bu sûrede Rasûlüllah (s.a.s)'in davetine karsi inatçi bir tavir takinmalarindan dolayi kâfirler ikaz edilmektedir. Ayin yarilmasi mucizesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in haber verdigi kiyametin gerçekligine ve yakin olduguna apaçik bir isarettir.
"Kiyamet saati yaklasti ve ay yarildi. Eger (o kafirler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberligine delil olan bir âyet (mucize) görseler, (düsünmekten ve iman etmekten) yüz çevirirler ve; "devam edip giden (veya gelip geçici) bir sihir (dir) " derler" (el-Kamer, 293, 1-2).
Ay gibi büyük bir küre, inkârcilarin gözü önünde yarilmis ve iki parçaya ayrilmistir. Öyle ki, bir parçasi dagin bir tarafinda bir parçasi da dagin öbür tarafinda görülmüs ve sonra tekrar birlesmistir. Bu olay kâinatin ezelî ve ebedî olmadiginin açik bir delili olarak inkârcilari sarsmistir.
"Onlar (Peygamberleri) yalanladilar ve (seytanin kendilerine süsledigi) hevâlarina uydular. Halbuki her emir (hayir ve ser her is, takdir edilmis ve) karar kilmistir. Andolsun ki onlara (Kur'ân'da geçen eski kavimlerin haberleri ve âhiretle ilgili âyetler oldugu gibi) kendisinde (nehyedilen seylerden ve inat ve kibirden) alikoyacak mühim seyler bulunan haberler gelmistir. Kur'ân yeterli bir hikmettir. (Eger ona iman etmezlerse, azabin gelmesinde onlara peygamberlerin) izhar (korkutma)lari) fayda vermiyor" (3-5).
Burada kâfirlerin tebligi ve daveti anlamadiklari, tarihten ders almadiklari ve âyetleri açikça gördükten sonra dahi inanmadiklari vurgulanmaktadir.
"Öyleyse sen onlardan yüz çevir; o çagricinin ne taninmis, ne görülmüs bir seye çagiracagi gün. Gözleri zillet ve dehsetten düsmüs olarak, sanki etrafa yayilip serpilen çekirgeler gibi kabirlerinden çikarlar. Boyunlarini çagirana dogru uzatmis olarak kosarlarken, kâfirler derler ki, bu oldukça zorlu bir gün" (6-7).
Onlar kiyamet günü, kabirlerinden çikip, mahser meydaninda Allah'in huzurunda kosarak gidecekleri zaman inanirlar. Ancak o zaman... Daha sonra kâfirlere Nuh, Ad, Semud ve Firavun kavimlerinin tarihlerinden örnekler verilerek bu kavimleri, peygamberlerini yalanlayarak azaba ugratildiklari ve kötü sona ulastiklari anlatilmaktadir. Kur'ân-i Kerim bu azaba ugratilan kavimlerin isimlerini tek tek vermekle insanlarin ibret almalarini ister ve Allah Kur'ân-i Kerimi ögüt-ibret-ders alinsin diye indirmistir: "Andolsun ki biz Kur'ân-i düsünmek için kolaylastirdik. O halde (onu okuyup iman ederek) düsünen (ögüt alan) biri var mi?" (17).
Kur'ân-i Kerim, geçmis toplumlarin ibret verici tarihlerine degindikten sonra, kâfirleri su sekilde tehdid etmektedir: "Daha önceki toplumlar da sizler gibi inat içerisinde inkârlarinda diretiyordu da Allah onlari azaba ugratti. Simdi sizler de önceki toplumlarda oldugu gibi inkarimizda diretirseniz karsilasacaginiz sonuç, farkli olmaz. Bu Allah'in bir va'didir. Eger bunun böyle olmasini islemiyorsaniz, câhiliyyet hayatini birakiniz. Sayet kendinize güveniyorsaniz veya güvendiginiz güçleriniz varsa getirin onlari, Allah'in bu kuralindan hangi müsrik toplum kurtulmustur? Sizleri zelil edecek ve dizleriniz üzerine çöktürecek olan vakit uzakta degildir. Haberiniz olsun ki, kiyametteki durumunuz daha da kötü olacaktir..."
Sûreyi diger sûrelerden ayiran en ayirici özellik, zaman zaman korku ve ibret sahneleriyle dolu, geçmis kavimlerin helâk edilme tablolarina yer vermesinin yaninda zaman zaman da ümit ve müjdeleyici davet sahnelerini ihtiva etmesidir. Sûrenin tamaminda sIkIntilar içerisinde yalvarip duran insanlarin içinde bulundugu korkunç azabin anlatimi yaninda, böyle bir seyin olmayacagini söyleyerek onlari yalanlayanlarin durumlari gözler önüne serilir. Inkârcilarin bu seyirlerinde, kendi durumlarini görüyormusçasina, inen darbeleri hissetme tablolarina karsilik böyle bir durumun kendilerine gelmeyecegine inanan insanlarin durumunun daha da korkunç bir azabi gerektirdigi kaydedilir. Onlari yakalayan azaptan söz edilir. Sûre yedi bölüm boyunca bu tür sahneleri pesi sira tekrarlarken, sonlara dogru bambaska bir hava ve bambaska bir hale bürünür.
"Süphesiz ki suçlular sapiklik ve çilgin atesler içindedirler. O gün yüzleri üstü atese sürüldüklerinde "Cehennemin tadini tadin " denir. Süphesiz Biz her seyi bir ölçüye göre yaratmisizdir" (48-49).
"Muhakkak ki muttakîler cennetlerde ve irmaklarin basindadirlar. Dogruluk makaminda güçlü bir hükümdarin katindadirlar" (54-55) bu fevkalade durum, huzur ve sükûnete isaret ediyor. Çünkü burada yer alan muttakiler "cennetlerde ve irmaklarin basindadirlar."
Sûrenin sonunda Allah'in kiyâmet günü için bir hazirlanmada bulunmadigi, O'nun bir emrinin her seye kadir oldugu ve O'nun "ol" emrine karsi gelinemeyecegi bildirilmektedir. Ancak kâinatin nizami ve insanoglunun kaderi tayin edilmis oldugundan, dolayisiyla hersey taktire baglidir. Kiyamet, kisilerin istegine bagli degildir. Eger inkârcilar kiyamete inanmiyorlarsa diledikleri gibi davransinlar. Fakat bilmelidirler ki herseyi bilici olan Allah onlarin durumlarindan haberdardir. Sadece Kur'an ve Sünnet yolunda yasamayi amaç edinerek Allah yolunda yürüyen takva sahiplerinin, muttakilerin yeri Cennettir.
Kur'an-i Kerim'in otuz sekizinci suresi. Seksen sekiz âyet, yedi yüz otuz iki kelime, üç bin altmis dokuz harften ibarettir. Fasilasi "ba, cim, dal, ra, sad, ti, kaf, lam, mim ve nun" harfleridir. Mekkî surelerden olup, Kamer suresinden sonra nâzil olmustur. Adini birinci âyetin ilk harfi olan "Sad" harfinden almaktadir.
Süre, diger Mekkî sürelerde oldugu gibi tevhid ve risalet gerçegini islemekte, Rasûlüllah (s.a.s)'e gelen vahye Mekke'nin ileri gelen müsriklerinin itirazlarinin tutarsizligini ortaya koymakta; müsrikler, geçmis kavimlerden ve peygamberlerden örnekler verilerek, davet edildikleri din karsisinda gösterdikleri direnmeden dolayi baslarina gelecek azaplarla uyarilmaktadirlar.
Rasûlüllah (s.a.s)'in, Allah tarafindan peygamber seçilip, bir uyarici olarak gönderildigini açikladigi ve insanlari almis oldugu vahye uymaya çagirdigi zaman, müsrikler bunu hayret ve saskinlikla karsilamislardi. Onlarin, Muhammed (s.a.s)'in peygamberligini inkâr etmelerinin sebebi, onun söyledigi seylerde gerçekte bir yanlislik görmeleri degildi. Onlar, risaletin verilmesi gereken kimsenin, toplumun zengin ve ileri gelenlerinden biri olmasi gerektigini zannediyor, bu özelliklere sahip olan kendi aralarindan birisinin degil de, yetim ve hiçbir dünyevî iktidara sahip olmayan birisinin seçilmesini anlayamiyorlardi. Aslinda onlari buna sevkeden sey gurur, haset ve kinleriydi.
Diger taraftan atalarinin dinine körü körüne bagli kalmak istemeleri de onlari inada sürüklüyordu.
Allah Teâlâ, sürenin ilk âyetinde Kur'an-i Kerim'e kasem ederek meselenin inkâr edenlerin iddia ettikleri gibi olmadigini; Sad, seref ve ögüt dolu Kurân'a yemin olsun ki durum kafirlerin iddia ettigi gibi degildir" (1) ifadesiyle bildirdikten sonra, onlarin Islâm'in karsisinda bu sekilde bir tavir almalarinin sebebini su sekilde açiklamaktadir:
"Bilakis onlar, bos bir gurur ve ihtilaf içindedirler" (2).
Allah Teâlâ peygamberlerini sürekli olarak, gönderildikleri toplumlarin arasindan seçmistir: "Biz, her peygamberi gönderildikleri insanlara kolayca anlatabilmeleri için, kavimlerinin diliyle gönderdik..." (Ibrahim, 14/4). Aslinda bu, insanlar için bir rahmettir. Çünkü peygamber olarak seçilip görevlendirilen kimse kendi aralarinda bulundugu ve günlük hayati beraber yasadiklari için onu her haliyle tanirlar. Dolayisiyla onun bir yalanci mi yoksa dogru söyleyen biri mi oldugunu yakinen bilirler. Ayrica dini ögrenme konusunda onunla rahatça ünsiyet kurarak getirdigi mesajin gerçeklerini ögrenebilirler. Durum böyle oldugu halde, tarih boyunca inkâr eden toplumlar, gönderilen peygamberlerin bir melek degil de kendileri gibi yiyip içen, gezip dolasan kendi aralarindan biri olmasini her zaman yadirgamislar ve bunu tuhaf karsilamislardir. Kur'an-i Kerim degisik âyetlerde bunu dile getirmektedir. Nuh (a.s)'in kavmi, onun için söyle demisti: "Bu, sizin gibi bir beserden baska bir sey degildir. Yediklerinizden yer, içtiklerinizden içer" (el-Müminûn, 23/33). Nuh (a.s)'dan sonra, çok uzun zamanlar geçtigi ve nice kavimler yalanladiklarindan dolayi helâk edildikleri halde inkâr mantigi bir degisime ugramamisti. Mekkeli müsrikler, inkârda atalari olanlar gibi "... Bu, sizin gibi beserden baska bir sey midir? Gözünüz göre göre sihre mi gidiyorsunuz?" (el-Enbiya, 21/3) diyorlardi. Aslinda onlar Rasûlüllah (s.a.s) için "sihirbazdir" derlerken iddia ettikleri seyin dogru olmadigini biliyorlardi. Müsrikler, her türlü iskenceye ragmen iman edenlerin Islâm'a bagli kalmalari karsisinda acze düsmüsler ve bunu insanlarin zihinlerini bulandirmak için bir yöntem olarak seçmislerdi. Süre, Mekke müsriklerinin bu durumunu;
"Aralarindan bir uyaricinin gelmesine sasmislardi, kafirler; "Bu, pek yalanci bir sihirbazdir. Ilahlari tek bir ilâh mi yapti? Dogrusu bu tuhaf bir seydir" dediler" (4-5) âyetiyle dile getirmektedir.
Allah Teâlâ, onlarin vahiy karsisinda takindiklari süphe içersindeki hallerini cevaplarken kendisinin güç ve kudretinden ne kadar habersiz olduklarini belirterek söyle demektedir:
"Yoksa göklerin, yerin ve aralarindakilerin mülkü kendilerine mi aittir? Öyle ise, yollarini bulup göklere çiksinlar" (10).
Insanlarin bu konuda aci içerisinde bulunduklari ve hiç bir güce sahip olmadiklari halde, Allah Teâlâ'nin peygamber seçimi konusunda itirazda bulunmalari kadar mantiksiz bir sey yoktur. Kâinâtin yaraticisi ve tek mâliki olan Allah Teâlâ'nin seçimine itiraz etmeye kimin gücü yeter. Pesinden gelen âyette Islâm'a itirazda bulunan ve müslümanlara kötülük yapmak için gece gündüz ugrasan müsriklerin her zaman maglup olmaya mahkum olduklari bildirilmektedir:
"Onlar, orada çesitli gruplardan meydana gelen, maglup olmaya mahkum derme çatma bir ordudur" (11).
Allah Teâlâ, Nuh kavmi, Ad, Firavun, Semud, Lût kavmi ve Ashabul-Eyke'nin yalanlamalari ve azabi haketmelerini misal vererek, müsriklerin, inkârlarindan dolayi: "Rabbimiz! Hesap gününden önce payimiza düsen azabi hemen gönder" (16) demelerinin sonuçlari karsisinda onlari uyarmakta ve bunun kendisi için zor bir sey olmadigini bildirmektedir: "Onlar ancak bir çigligi bekliyorlar. Onun geri dönüsü yoktur" (15).
Pesinden gelen âyetler de Allah Teâlâ Rasûlüllah (s.a.s)'e, müsriklerin inkâr ve asiri düsmanliklarina sabrederek teblige devam etmesini bildirirken, daha önce göndermis oldugu, Davud (a.s), Süleyman (a.s) ve diger bazi peygamberlerin kissalarini zikrederek mülkün kendi elinde oldugunu, kullarindan diledigini diledigi sekilde riziklandirdigini misaller vererek açiklamaktadir. Bu arada kâfirlerin, yerin ve göklerin yaratilisi hakkindaki sapik düsüncelerine ve kendilerinin yer yüzünde basibos birakildiklarini zannederek hiç bir ilâhî yükümlülügü kabul etmemelerine "Biz gögü, yeri ve aralarindakileri bosu bosuna yaratmadik. Bu, kâfirlerin zannidir. O ates sebebiyle vay o kafirlerin haline" (27) seklinde cevap verilmektedir. Iman edip salih amel isleyenlerle, inkar edip bozgunculuk çikaranlarin bir tutulmayacaklari gerçegi vurgulandiktan sonra, Kur'an-i Kerim'deki âyetlerin akil sahibi kimselerin ibret almâlari için indirildigi bildirilmektedir:
Bu Kur'an, âyetlerini iyice düsünsünler, akil sahipleri ibret alsinlar diye sana indirdigimiz mübarek bir kitaptir" (29). .
Rasûlüllah (s.a.s)'e ve onun sahsinda bütün iman edenlere hitaben, önceki peygamberlerden bazilarinin isimleri zikredilerek onlarin durumlarinin hatirlanmasi istenmektedir. Bundan gözetilen maksadin ne oldugu ise su sekilde açiklanmaktadir: "Bu kissalar bir hatirlatmadir. Süphesiz Allah'tan korkanlar için güzel bir akibet vardir" (49).
Allah'tan korkan ve O'nun emirlerini hiç bir beseri gücün baskisindan korkmadan yerine getirmeye çalisan kimseler için Cennetteki mükafatlar zikredildikten sonra, inkâr edip haddi asanlar için hazirlanmis olan Cehennemdeki korkunç azaplar hatirlatilir.
Dünyada birbirini Islâm'a karsi düsmanlik için yönlendiren kimseler kiyamet gününde içine girecekleri Cehennem azabini gördükleri zaman bu duruma düsmelerine sebep olanlari suçlayacaklardir. Ancak, Allah'a ortak kosmada müsriklere önderlik eden kimseler bir mazeret bulamayacaklari için durumlarini kabul etmek zorunda kalacaklar ve kendilerine Cehenneme girmek üzere gösterilen dünyadaki baglilarina hiç iltifat etmeyeceklerdir. Öte taraftan onlara tabi olmus kimseler de onlardan yüz çevireceklerdir:
"Kâfirlerin önderlerine; "Iste dünyada size uyan su gruplar da sizinle birlikte Cehenneme atilacaktir" denir. Onlar ila; "Onlara merhaba yok. Çünkü onlar da Cehenneme gireceklerdir" derler. Bunun üzerine dünyada onlara uyan gruplar da "Asil size merhaba yok. Bu Cehennemi bize siz hazirladiniz. Ne kötü yermis. Ey Rabbimiz bunu bize kim hazirladiysa, onun azabini Cehennemde kat kat artir" derler" (59-61).
Insanlar O'ndan yüz çevirirler, ancak Kur'an'da haber verilenler büyük bir haberdir:
"Sen söyle de: "Söylediklerim, çok büyük haberdir. Siz ise O'ndan yüz çeviriyorsunuz" (67-68).
Daha sonra, iman etmekten yüz çevirmenin gerçek sebebinin cahilce kibirlenme ve büyüklük taslamadan baska bir sey olmadigi, inkârin temeline inilerek ve Iblis'in, Adem (a.s)'a secde etmekten kaçinarak rahmetten kovulmasi olayi anlatilarak ortaya konmakta ve onun kiyamete kadar sürecek olan fonksiyonu dile getirilmektedir: "Iblis; "Ey Rabbim! Insanlarin tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi. Allah da "Sen vakti belli olan bir güne kadar mühlet verilenlerdensin" dedi. Iblis "Izzet ve serefine yemin olsun ki, onlardan ihlasli kullarin hariç, bütün insanlari yoldan çikaracagim" dedi. Allah (c.c) söyle dedi: "Ben Hak'kim hakki söylerim. Yemin olsun ki ben, Cehennemi sen ve onlardan bütün sana uyanlarla dolduracagim" (79-85).
Süre, bütün bu anlatilanlardan sonra, insanlari bir defa daha uyararak son bulmaktadir:
"Bu Kur'an, sadece âlemlere bir ögüttür. Onun haberlerinin dogru oldugunu bir müddet sonra mutlaka ögreneceksiniz" (87-88).