Yıllardan İsa Mesih'in doğumundan 1348 sene sonra gelen yıl, beraberinde öyle bir dehşet getirmişti ki, insanlar peygamberden dahi umutlarını kesmişti. O senenin en güzel gününde bile ufukta gözüken kahverengi bir pus ile savaş veya hastalık yüzünden ölenlerin yakılmasından oluşan kirli dumanlar, güneşin bu soğuk parlamasının sadece acımasız işkenceye bir ara, ölüm kampında bir mola olduğunu pis pis sırıtarak anımsatıyorlardı.
Veba, veya bazılarının deyişiyle 'kara veba' salgını başlayalı birkaç ay olmuştu, fakat zaten yıllardır iyi ürün alamadığı için bitkin düşmüş halk, bu nereden geldiği belirsiz olan hastalık karşısında kürdan gibi kırılıyordu; bazı şehirlerde ölenlerin sayısı o kadar yüksekti ki, üst üste yığılan tabutlar, çabucak cesetlerle dolan toplu mezarlar gibi sahnelere rastlamak olağan olmuştu.
Nereden ve neden geldiği bilinmeyen bu hızlı ve acı dolu ölümün sırtındaki Azrail, zengin veya fakir ayırt etmeksizin her üç kişiden birinin canını alırken onun gibi adamlar sokaklarda kalan son can yaşam belirtilerini arıyorlardı. O, sokakları dolduran ceset nehrinde belki hala canlı kalmış zavallı insanları arıyordu, kiliseye götürüp iyileştirmek için. Gerçi kilise onları bu hastalıktan kurtaramıyordu ama yine de onların ölürken daha az acı çekmelerini ve tanrının yanına iyi birer Hıristiyan olarak gittiklerini düşünmelerini sağlıyordu.
O gün tanrının bir memuru olarak yine Prag şehrinin sokaklarında kuş gagasını andıran maskesini -maskenin insanı hava yoluyla bulaştığı sanılan bu hastalıktan koruduğuna inanılıyordu- takmış, elinde ucu çatalı andıran uzun bir çubuk ile ölülerin arasından çıkarabileceği can çekişen insanları arıyordu. Nedense o gün gökyüzü grinin yeryüzünde görülebilecek en koyu tonundaymış gibi gözüküyordu ve nedense bunu sadece o fark etmişti. Fakir insanların oturduğu bir mahalledeki daracık bir arka sokağa girdi, sokaktaki büzüşmüş ve boyaları dökülmüş binaların cepheleri ona çile çeken insanların yüzlerini anımsatıyordu. İnsan hayatının değerinin bir ekmekten fazla olmadığı bu mahallede insanlara yardım etmek ancak onları gömmekle olabilirdi, çünkü hayatın son izlerinin de buradan hunharca çalınmasının üzerinden çok zaman geçmişti.
İşinden nefret ediyordu, ona göre zaten bir cesetten farkı kalmayan-daha kötüsü canlı olan- zavallı insanların toplanıp ölüme uğurlanmaları yerine öldürülmeleri daha uygun olurdu, çünkü o, hastalıklı insanlara en yakın olan kişiydi ve onların ne korkunç acılar çektiğini en iyi o görüyordu. Hastalığın belirtileri kasıktaki veya koltuk altındaki kara şişlikler olarak ortaya çıkıyordu ve iki gün içinde bulantı, ateş ve kusmalar görülüyor ve sonra da hasta ölüyordu. İki gün, Kendine pek dikkat etmeyen ve kir içinde yaşayan yoksul halk için çok kısa bir süre olsa da bazen varlıklı insanlar bile kara ölümün pençesinde kıvranmaktan kurtulamıyorlardı. Daha kötüsü bazen veba hiçbir belirti göstermiyordu ve ani ölümler oluyordu. Bir hekimin deyişi ile 'Değerli soylular, beyefendiler, güzel hanımlar sabah aileleriyle birlikte yemeklerini yiyorlar ve akşam öbür dünyada oluyorlardı'.
Yassı ve aşınmış taşlardan oluşan sokakta yürürken hiçbir yerde yaşam belirtisinin olmaması dikkatini çekti, sokak gittikçe sessizleşip hareketsizleşiyordu ve bu boşluk duygusu onda pek hoş olmayan bir ruh haline sebep oluyordu. Bir şeyler olması gerektiği gibi değildi sanki; bu sokakları yaklaşık bir yıldır neredeyse her gün turluyordu fakat onları ilk kez bu kadar sessiz ve terkedilmiş görüyordu, acaba hastalık şehirde yaşayan herkesi öldürmüş ve son sıraya kendisini mi koymuştu diye düşündü, fakat bu rahatsız edici hayali çabucak kafasından uzaklaştırdı, çünkü birkaç adım ilerden bir ses duymuştu: bir gıcırtı ve ardından gelen çıtırtılar. Sesin sol taraftaki hafifçe kıpırdayan bir pencereden geldiğini fark ettiğinde içi ürperdi, kapı ve pencerelerin hepsinin kapalı ve kilitli olmasına karşılık karşısında hafifçe açık duran pencereler aklına karanlıkta kendisini sinsice izleyen çirkin ucubeleri ve şekilsiz garip yaratıkları getirdi, onun her hareketini izleyip zayıf bir anında harekete geçerek onu şeytansı bir tuzağa düşürecek olan hilkat garibelerini...
Bu çirkin düşünceleri aklından çıkartıp cesaretini topladı, titrek ve korkmuş bir sesle ''Kim var orada?'' diye seslendi. Cevap gelmedi. Sorusunu tekrarlayacak cesareti kendinde bulamıyordu, sokaktaki kötülüklerin dikkatini çekmek istemiyordu çünkü. Biraz bekledikten sonra sopasını yavaşça kaldırarak metal ucuyla pencereyi geri itti ve o anda pencereden fareler boşaldı, mutlak sessizliği bozan bir çığlık attı ve geriye doğru sıçradı. Üç tane sıçan pencereden atlayıp viyaklayarak hızla etrafa kaçıştı. Garibelerden veya iblislerden bir eser olmadığını görünce nispeten rahatladı, onu boğarmış gibi bunaltan ve görüş açısını daraltan 'korunma' maskesini çıkardı, hekimlerin canı cehenneme, yoluna devam etti.
İşinden ayrılmak ve uzak diyarlara gitmek istiyordu, ölüm kokan sokaklar yerine serin ve huzurlu ormanlarda dolaşıp tepesinde kilise çatısı yerine yıldızlı gökyüzü varken uyumak istiyordu, üşütmek ve -veba hariç herhangi bir sebepten dolayı- ölmek istiyordu. Ölüm onun için kötü bir son değil, gitgide anlamsızlaşıp kötüleşen hayatına karşı sunulmuş en iyi alternatifti.
Huzur dolu düşlerinden sıyrıldığında damları dökülmüş ve pencereleri tahtalarla çivilenerek kapatılmış evlerden oluşan bir sokakta buldu kendisini, her yere eskimiş, çoğunlukla tanınmaz hale gelmiş cesetler serpilmişti; işin ilginci bu sokağa daha önce hiç girmemişti. Yılardır bu şehirde yaşıyor ve bir yıla yakın zamandır şehrin bütün sokaklarında devriye gezileri yapıyor olmasına rağmen hafızasında bu sokak ile ilgili bir şey bulamıyordu. Lanetli işine devam etmeye karar verip artık ölümcül derecede sessizleşmiş olan sokakta kalp atışlarını işiterek yürümeye başladı. Öğle saati olmasına rağmen zaten karanlık olan gökyüzünün iyice kirlenmiş olduğunu fark etti.
Koku... Cesetlerden çıktığına inanmanın güç olduğu, adeta sokağın her köşesine sinmiş olan o pis çürüme kokusu, insanı koklama duyusunun çalışmamasına dua ettirecek kadar keskindi. Burnundan nefes almamaya çalıştı, fakat o iğrenç kokunun ciğerlerine dolduğunu düşündükçe içi kalkıyordu, sonunda dayanamadı; kustu. Berbat hissediyordu, koşmaya başladı. Geldiği yöne doğru koşmaya başladı, geri dönmek için tüm gücünü harcıyor ve deliler gibi bağırıyordu...
...Ta ki yolunun bir çıkmaz sokakta son bulduğunu fark edene dek. Boyası dökülmüş, dibinde cesetlerin yattığı duvarı yumrukladı, tekmeledi, fakat beklenilmedik derecede sağlam olan duvarda hiçbir değişiklik olmadı. Tepinmekten yorulup terler içinde yere çökene kadar o duvara çalıştı, soluklandı ve önünde yatan cesetleri inceledi; diğerlerinden pek farklı değildi onlarda, bir istisna dışında: Cesetlerin arasında soluk tenli, siyah saçlı ve çevresindekilere nispeten daha az zayıf bir kadın vardı. Sokaktaki ve şehirdeki diğer cesetlerin aksine onda çürüme, kokuşma ve kirlenmeden eser yoktu, sanki ölmemiş, bir uykuya yatmıştı. Üstündeki kıyafetler sanki daha dün dikilmişti, fakat her şeye rağmen teni kar beyazıydı ve bu onun ölü olmasını gerektirirdi. Bir an içinde bir acıma duygusu yükseldi. Tekrar burnundan nefes almaya başladığında bütün sokağı saran kokunun buradan geldiğini fark etti ve bir daha midesi bulandı, midesinde kalan son parçaları da boşalttı.
Artık canına tak etmişti, kendini toplayınca:''Bana yapmak istediğin bu mu alçak şeytan?'' diye bağırdı, delirmişti, bu işkenceye daha fazla tahammülü yoktu ''Lanet olası canımı al da kurtulayım!'' dedi. Ve ölü kadın aniden yattığı yerden dikildi, doğal olmayan, lanetli bir güç tarafından yapılıyor gibi görünen bir hareketti bu, kadının göz kapakları açıldı ve simsiyah gözleri ortaya çıktı, ellerini bileklerinden kavradı ve ağzından bir kadından beklenmeyecek kalın bir tonda şu sözler döküldü: ''O zaman bize katıl ve acılı kurtuluşun krallığına gel...''
Bunları söylerken kadının gözleri sabitti ve en ufak bir kıpırtı göstermiyorlardı. Olanların karşısında kalbi korku ve dehşetten deli gibi atıyor, dili tutulduğundan söyleyecek söz bulamıyordu. Felç geçiriyordu adeta ve ne olursa olsun kabullenmek düşüyordu ona.
Gözlerini kadınınkileri ile birleştirdi ve o gözlerin yavaşça karanlık bir havuza dönmesini izledi, koyu renkli, içinde hastalıklı ruhların yüzdüğü zehir dolu bir havuza. Kendini bir anda o havuzun kenarında buldu, gördüğünde insanın içini daraltan, şeytansı kötülüğün ve sonsuz ölümün içinde yüzen o ruhlar, yeryüzünde tanımlaması en zor olan şeylerdi, çünkü onlar bu dünyaya ait değillerdi. O da artık bu dünyada değildi. Bir anda ayakları yerden kesildi, tanrısal bir güç adeta onu yakasından tutup yukarı çekiyordu, yükseldi ve havuzun ortasında durdu. Kalın ve sinsi bir kahkaha duydu ve ondan sonra düşüşü hissetti, çığlık atarak...
Meslektaşları onu cesetler arasında bulduklarında ölü bir kadına sıkıca sarılmış, anlamsız kelimeler sayıklıyordu, hiç kimse ne dediğini bilmiyordu. İnsanlar onu ayırmak için yanına yaklaşmadı çünkü korkuyorlardı ve biliyorlardı ki o artık uzun zamandır hayalini kurduğu ölümün kollarındaydı.