Sabahları babamın seslenmesiyle uyandığımda ilk yaptığım şey, uykunun sıcacık koynundan çıkma çabası göstererek, odamın penceresinden dışarıdaki günün ürkek aydınlığına bakmak olurdu. Gördüğüm ürkütücü alacakaranlık, yatağımın tatlı sıcaklığıyla birleşerek çocuk bedenimi yatakta kalmaya zorlardı.
Dışarıya çıkmak ile yatağımın güvenli sıcaklığına dönmek arasında bocalarken, günün o anını hatırlardım. Benim için unutulmazlardan olan o anlarda Bakacak Tepe'nin doruklarından yayılan sabahın ilk ışıkları, meşe yeşilinden havalanmış çiğ kokardı. Kara inekle Sarı ineğin çektiği ve çift çubuk aletlerin bulunduğu arabayı uyuşuk adımlarla izleyen eşeğimin sırtında ova yoluna çıkarken, uyku mahmurluğundan beni çekip alan o koku olurdu.
Tarlaya varana kadar bakışlarım sürekli Bakacak Tepe'nin iki yanında uzanan sırtlarda gezinirdi. Sırtları kaplayan karaçalı ve ardıç öbeklerini ürkütücü karanlık suretlere dönüştüren alacakaranlığın, meşe ve dişbudak ağaçlarıyla kaplı ormanın sisli derinliklerine çekilişini izlerdim. Ufkun ışığı o çekilmeyi hızlandırırken, ayaklarımın topuk kısımlarıyla eşeğimin karın bölgesine vurarak tırısa kalkması için uyarırdım. Bir an önce, ova yolunun Darıdere sırtı bölümüne vararak, ormanın fısıltısını duymak için acele ederdim.
Babamı bir hayli gerilerde bırakarak Darıdere sırtına ulaştığımda; Ergene ırmağından yükselerek derenin sisinden süzülen ve Pınardere yolu ayrımında ormanın serin ıslaklığıyla buluşan söğüt esintisinin fısıltıları yankıladığını duyardım. O an tüm kokular ve renkler yerlerini meşe kokusuna ve rengine bırakır; babamın, kulaklarımda patlayan öfkeli sesiyle çıkabildiğim bir düş alemine sürüklenirdim. Ellerimin kanlı sıyrıklar içinde kaldığını görür ve düş aleminde var olduğum sürece yaptıklarımın ayrımına, ellerimin acı verici sızısıyla varırdım. Günboyu varlığını hissettiren sızıları, akşam üzerleri eve dönüş sırasında gördüğüm fazlalıkları budanmış; karaçalı öbeklerinden arındırılmış meşe fidanları unuttururdu. Mutluluk gözyaşları yanaklarımda süzülürken, parmaklarım arasındaki çakıyı sıkıca kavrardım.
Köy kışları, kar kokusu ile köylere özgü koku yoğunluğundan belirli belirsiz ayrılarak varlığını duyumsatan yanık meşe kokardı. Yağmur mevsimlerinde yanık meşe kokusuna, evlerin bahçelerinde bir köşeye istiflenmiş yakacak odun öbeklerinden yükselen ölü meşe kokusu karışırdı.
Yazları ise, köyün yukarı kısımlarını kaplayan bodur meşe örtüsüyle; Bakacak Tepe'nin iki yanında uzayıp giden sırtların eteklerini süsleyen meşe ormanlarından dalga dalga yayılarak köyün havasına yerleşen ve yaz boyu kalan taze meşe kokusu varlığını hissettirirdi.
Ekşi hamur, gazyağı, hayvan boku, yanık meşe ve yağmur sularına bırakılmış hela kokuları arasında meşe kokusunun ayrımına vardığımda yedi yaşımdaydım.
Bahçemizin bir köşesinde kurumaya bırakılan kışlık odun yığını arasında meşe ağacı çokluğunu görüp, ölü meşe kokusunu algıladığımdaysa okula yeni başlamıştım. Bu yüzden o gün babama duyduğum öfke onun ölümüne dek sürecek bir çatışmanın çıkış noktasını oluşturmuştu.
Duyduğum öfkeyi yatıştırmak için önceleri yapabildiğim ağlamak olurdu. Gündüzleri burun deliklerimi dolduran ölü meşe kokusu, akşamları uyumaya çekildiğimde gözyaşına dönüşerek, yanan orman kabusları görmeme yol açardı.
Kışın peçkada yanan meşelerin yaydığı sesleri duymamak için, sobasız odada yatmayı yeğlerdim. Benim için korkunç birer çığlık olan o sesler, uykularıma Ninemin korkunç masal kahramanlarını taşırdı.
Anamın, "Soğuktan puntaya karacaan..." ya da "cinlere, perilere karışacaan!" uyarısıyla oluşan korkum, meşelerin çığlıkları yanında etkisiz kalırdı.
Ekim ayının gelişi, acı çekerek gözyaşı döktüğüm günlerin başlangıcı olurdu. Babam ekim ayı günlerini, akşam alacasının çöktüğü saatlerde meşeleri yakacak oduna dönüştürmekle geçirirdi çünkü. O saatlerin başlangıcında benim kulaklarımı sıkıca kapatmış bir halde ağladığımı görünce, öfkeyle soluyarak; "Kız gibi ağlacaana odunları arabaya yüklesene imansız!" diye homurdanırdı. Kocaman elin enseme güçlü bir darbeyle inerek, dil kökümü acıtma uyarısı olan o homurtunun etkisiyle isteğini yerine getirirdim.
Anama, "Yakacak odun için, babam neden hep meşeleri kesiyor?" diye sorma çabalarım, sorumun karşılığını farklı bir tepki çeşidiyle alabileceğim korkusuyla sonuçsuz kalırdı. Her gördüğünü soruya dönüştüren çocuk olmanın tehlikeleri konusunda kısa zamanda çok şey öğrenmiştim. Babamın ayak tırnağından kaşlarına kadar sergilediği görüntü, büyük, iri özelliklere sahip olduğu için, soru sorma konusunda oldukça uyarıcıydı. Gülümsemeyi kemikli yüzünün sert çizgileri arasında çok nadirde olsa gördüğüm anlarda, bulunduğum soru sorma girişimlerim, "Aylak kaldın galbaa?.." homurtusuna toslardı.
Anamın sorularıma verdiği karşılıklarsa her zaman, anlattığı masallardan yaptığı alıntılardan oluşurdu. Sır verir gibi gizemli bir sesle; "insanları yedenlerin cinler, periler olduğunu" fısıldardı. Bu da beni korkudan öldürürken, sormam gereken sorulara yenilerini eklerdi.
Okul öğretmenlerimse, Ali öğretmenle, Ahmet öğretmen soru soran çocukları sevmediklerini, kızılcık sopasını ders saatlerinde ellerinden düşürmeyerek gösterirlerdi.
Ahmet öğretmenin yerine okulumuza gelen Canan öğretmenin elinde kızılcık sopasını görmediğimde, sorularıma karşılıklar alabileceğim birini bulduğumu düşünmüştüm.
Sekiz yaşımdaydım ve Canan öğretmenin o kişi olduğunu birkaç gün içinde anlamamı sağlayan, yüz renklerinden havalanan gülümsemelerinin yürekten sevgisini fısıldadığını farketmiş olmamdı.
Bakışlarını ışığa boğan gülümsemesinin yüreklendirmesiyle de olsa, yine de ürkekçe yanına sokularak ona sormuştum:
"Babam, kışın yakmak için neden meşeleri kesiyor örtmenim?"
Yüzündeki gülümsemenin şaşkınlık ifadesiyle gölgelendiğini görünce, gövdemin korku dalgasıyla sarsıldığını hissetmiştim. Tokadından korunma içgüdüsüyle elimi kaldırırken o, duyduğum korkuyu gövdemden çekip almak istercesine yanağıma dokunmuş; karakış günü penceresine yaşama içgüdüsüyle konmuş bir serçeye fısıldar gibi konuşmuştu:
"Bu bir doğa yasasıdır Küçüğüm Babanın hayatta kalma içgüdüleri kış günlerinde ısınmak için onu ağaç kesmeye yönlendirir. "
"!...."
"Aslında ısınmak için yeraltından çıkarılan ve yakacak olarak kullanılan kömür madeni var ama, baban yoksul olduğu için bunu satın alamıyor ve meşeleri kesmek zorunda kalıyor."
"Neden meşe?.."
Bir an durup düşünmüş ve aynı fısıltıyla:
"Daha uzun süre ısı verdiği için" demişti.
Ertesi gün akşamüzeri Canan öğretmeni evimizde babamla konuşurken görünce şaşırmıştım. Yüreğime coşku veren gülümsemesini yüzünde görünce sevinç duyarak hoşlamış ve elini öpmüştüm. O da sevgi yelleri savuran sesiyle, "Gel bakalım küçük ev arkadaşım!.." diye seslenerek başımı okşamış ve beni yanına oturtmuştu.
O geceden itibaren bütün gecelerimi Canan öğretmenimin okul lojmanındaki odasında geçirmeye başlamıştım. Öğretmenim geceleri yalnız kalmaktan çekindiğinden ona arkadaşlık edecektim.
Canan öğretmenin ev arkadaşı olarak beni seçmesinin verdiği mutlulukla ilk gecemi, öğretmenimin belli belirsiz nefes alıp verişlerini ve uykusunda tedirgin mırıldanmalarını kaygıyla dinleyerek geçirmiştim.
Bir akşam İnce Memed'i anlatmıştı bana.
Anlatımı süresince, beni her zaman büyüleyen sesi kulaklarımda, bir anda İnce Memed'leşerek köyümün düzlüklerini, yamaçlarını, çataklarını, sırtlarını karış karış gezmiş, meşeleri kurtaracak kömür damarlarını aramıştım.
Öğretmenimin anlatımını dinlerken düşsel yoldan yaptığımı, o gün okul çıkışı gerçekten yapmaya karar vermiştim. Anama görünmemeye çalışarak kazma ellerimin arasında, evimizin yukarılarındaki bodur meşeliklere doğru yürümüştüm. Kömürü gerçekten arayıp bulacak, hem köyün İnce Memed'i olurken, hem de meşeleri kurtaracaktım.
Akşam karanlığının çöktüğünü fark ettiğimde, kömür damarı yerine yosun kaplı taşlar bulabilmiştim. İkinci arayışımda da bulduklarım aynıydı. Ama bu kez topraktan kuru kökler çıkarmıştım. Okuldan çıkar çıkmaz soluğu meşeliklerde alıyor; tere bata çıka topraktan çıkardığım kurumuş ağaç köklerini el arabasıyla eve taşıyordum.
Kömür damarlarını bulup köyün İnce Mehmet'i olamamıştım ama, yakacak kökleri bularak meşeleri kurtarmıştım.
Oysa, meşeler gerçekten kurtulmuş muydu?