Bir Hızır Aleyhisselam Talebesi Hâce Abdülhâlık Gücdüvânî k.s

Son güncelleme: 11.02.2010 12:45
  • Hâce Abdülhâlık Gücdüvânî Hakkinda - Hizir Aleyhisselam Talebesi - Hâce Abdülhâlık Gücdüvânî'nin Hayati - Hâce Abdülhâlık Gücdüvânî

    noimage


    Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim Nûr çeşmesinin başı Güncdüvân, menzilimizdir Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum


    Bir Hızır aleyhisselam talebesi Hâce Abdülhâlık Gücdüvânî k.s. (öl: 595/1199)

    Uzun boylu, beyaz tenli güzel yüzlü geniş omuzlu idi. Heybetli bir yapısı vardı. O da muhterem pederleri gibi Hızır a.s. ile yoldaş ve Hâcegân yolunun ilkiydi. Kendisine verilen 'hâce' lakabı Türkçeleşmiş hâliyle 'hoca' anlamına geliyordu. Kendisine verilen bu sıfat, o vakte kadar Bistamiyye veya Tayfuriyye adıyla anılan Nakşibendiye yolunun 'tarîk-ı hâcegân' olarak anılmasına da vesile olmuştur.



    Gücdüvani Hazretleri, Hemedanlı Yusuf Hazretlerinin Ahmed Yesevi Hazretleriyle birlikte dört büyük talebesinden biridir. Yesevi Hazretleri Maveraünnehr bölgesinde cehri/açık zikri yayarken, Hace Hazretleri hafî/gizli zikri esas alarak yolunun onbir ilkesini ortaya koymuştur.



    Beş yaşında Buhara'nın büyük âlimlerinden Sadreddin Hazretlerinden tefsir talim ederken 'Rabbinize yürekten yalvararak gizilice dua edin. O, haddi aşanları sevmez' 7/55 ayetini okurken küçük Abdülhalık, şeytan insanın damarlarında dolaşırken bu 'gizlilik'in nasıl gerçekleşebileceği hususunda tereddütte kalacak ve üstadına açılacaktır. Hocası ondaki ledün ilmine istidadı bu surette fark edecek ve Allâh'ın dilerse onu, bu 'gizli zikr'i kendisine öğretecek bir zâta eriştireceği haberiyle müjdeleyecektir. Bu ilm-i ledünn üstadı, babasının da hocası olan Hz. Hızır'dır. Zihni bu meseleler ile dolu iken bir gün bu istidatlı öğrencinin ansızın karşısına çıkar ve ona cehrî ve hafî zikrin hakikatini öğretir ve 'vukûf-ı adedî' denilen sayıya riayet usulünü de ona telkin eder. Peygamber Efendimiz s.a.v.'in Hz.Ebu Bekir r.a'a öğrettiği bu zikir tarzı onunla birlikte tekrar önem kazanacak, Hacegan yolunda bir müddet terk edildikten sonra Üveysi talebesi Şah-ı Nakşibend ile yerini sağlamlaştıracaktır.



    Hace Hazretleri hakikaten çok istidatlıdır. Hocası onu evlatlığa kabul eder ve ona herkesin kolay kolay başaramayacağı 'nefy ü isbat' usulüyle nefesini tutarak 7-21 defa zikretmeyi öğretir. Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ'ya gelir. Abdülhâlık Gücdüvanî onun hizmetine girer ve bu hizmette bir süre kalır. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:

    "On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî Hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ'ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum."

    Harika çocuk bu üçüncü hocasından da kısa sürede fevkalade istifade edecek ve emaneti ondan alacak seviyeye yükselecektir. Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-ı Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm olmuştur.

    Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

    Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretleri kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bırakarak 575/1180 veya 595/1190 yılında Gücdüvân'da vefât etti. Allâh şefaatlerine nail etsin.

    Menkıbeleri:



    Gelin kibir ve gurur zünnarını keselim

    Bir dervişi anlatıyor:

    Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretleri gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi olmuştu. İnsanlar dünyanın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar. Hâce Hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ'ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: -Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Mü'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu. Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Belindeki zünnârı/ hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kesip imana gelmendir." dedi. Genç, telaşla; "Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok." dedi. O zaman Abdülhâlık Hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkayı çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Mahcub olan gencin kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. İçinde Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretlerine karşı muhabbet pınarları kaynamaya başladı ve kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmakla şereflendi; sâdık talebelerinden oldu. Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: "Ey dostlar! Bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âit kibr ve gurur zünnârını keselim.. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım." buyurdu.

    Allâh'ın dediğini yap

    Bir dervişi anlatıyor:

    Bir gün Hace Hazretlerine sordum: - Efendim, nefsin istediğini mi yapayım, istemediğini mi? Birden ciddileşti ve şöyle dedi: - Hakk'ın emrettiğini yap, nehyettiğini yapma! Kulluk da dervişlik de budur. Nefisle mücadelede akıl yanılmaya mahkumdur. Ben yine sordum: - Efendim, sâlikin yoluna şeytan karışabilir mi? Şöyle buyurdular: - Nefsini tamamen ifna etmişse, hayır. Fakat edememişse öfkeye düştüğü an şeytan onun yoluna karışıp işini allak bullak eder. Nefsin terbiyesinden sonra ise öfkenin yerini 'gayret' alır. Gayret, Allâh ve Rasulüne uymakta sebat göstermek ve uymayanlara haddini bildirmektir. Yerinde ve zamanında gösterildiğinde şeytan müdahaleye korkar ve kaçar.

    Kulun ihtiyarı mı var

    Bir başka dervişinden rivayet olunuyor:

    Bir gün Hz. Hâce'ye: - Eğer Allâh beni cennetle cehennem arasında muhayyer bıraksa ben cehennemi seçerim. Çünkü cenneti istemek benim nefsimin muradıdır. Allâh Taala ise benim hakkımda cehennemi murad etmektedir, dedim. Hâce Hazretleri bu şözümü şiddetle reddetti ve buyurdu ki: - Kulun muhayyer bırakılması diye bir şey yoktur. O bize nereye git derse oraya gideriz. Kulluk budur. Senin sözün ancak şeytanı sevindirir.



    Tevbeye gelen melek

    Bir dostu anlatıyor:

    Abdülhâlık Gücdüvanî Hazretleri, Allahü Teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi. Bunu duymuştum ama şahid olmamıştım. Bir gün Hz. Hâce'nin yanında bulunuyordum. Uzak yoldan gelmiştim. O sırada güzel yüzlü bir genç çıka geldi ve Hâce Hazretlerinden dua istedi. Dua edildi, genç ortadan kayboldu. - Bu gelen kimdir, diye sual ettim. Dediler ki: - Bu, makamı dördüncü katta bulunan bir melektir. Bir kusuru sebebiyle Allâh Taala onu makamından uzaklaştırıp bu âleme gönderdi. Diğer meleklere çare sordu. Onlar da bizim ismimizi zikrederek duamızı almak üzere buraya gönderdiler. Biz de dua ettik, Hak Taala duamızı kabûl buyurdu onu tekrar eski makamına gönderdi.

    Çok heyecanlandım. - Ey Hâcemiz, dedim; Allâh'ın bizi son nefeste iman üzere kılması ve canımızı şeytanın tuzağına düşürmemesi için bize dua et. Şöyle buyurdu: Siz farzlarınızdan sonra bizi hayır dualarınızda unutmayın, biz de farzlarımızdan sonra sizi dualarımızda yad edelim. Farzların edasından sonra edilen duaların kabul olunacağı va'd olunmuştur.



    Vasiyetleri:

    Gücdüvani Hazretlerinin, oğlu Evliya-yı Kebir şahsında bütün ilim ve irfan ehline ithaf ettiği bir vasiyeti vardır ki Nakşî an'anesinde hikmet ve marifet açısından çok önemli bir yer tutmaktadır.

    Evin mescid dostun Allâh olsun

    "Oğlum! Sana vasiyetim şudur ki bütün hâllerinde ilim edeb ve takva üzere olasın. Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehl-i sünnet vel-cemaat çizgisinden ayrılma. Fıkıh ve hadis öğren, cahil sufilerden uzak dur. İmam ya da müezzin olma! Şöhretten uzak dur; çünkü şöhret âfettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme ilamlarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma. Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma. Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergâh kurma ve dergâhta oturma. Namahrem ile, lafını bilmeyen avam ile ülfet etme! Güzel seslere fazla kapılma; zira onun çoğu kalbi öldürür. Büsbütün red ve inkâr da etme, zira onlara bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan aslandan kaçar gibi kaç. Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki dünya seni yutmasın. Çok gülmekten sakın; sonra gönlünü öldürürsün. Herkese şefkat nazariyle bak ve hiç kimseyi hor görme. Dışını fazla süsleme, çünkü dış mamurluğu iç harablığından gelir. Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme. Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et. Onların işlerini red ve inkâra kalkışma! Çünkü bu hâl, felah bulmayan bir hüsrana yol açar. Dünyaya ve dünya-perestlere meyl etme. Daima elbisen sade, yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescid, dostun Allâh Taala Hazretleri olsun!



    Tarikat-i Aliyyeye Getirdiği 11 Esas:



    Gücdüvânî Hazretleri bugün Nakşibendiliğin ilkeleri diye bilinen on bir temel düstûru ortaya koymuştur. Bu ilkelerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir. Bu 11 esasın isimleri Farsça terkiplerden oluştuğu için hatırda tutulmaları biraz güç görünmekle birlikte, bu ilkeleri, bugün modern kişisel gelişim kitaplarında rastladığımız maddelerin atası olarak kabûl edebiliriz.




    Hûş der-dem: Alıp verilen her nefeste uyanık olmak: Gafleti önler, kalbi huzurla doldurur.

    Nazar ber-kadem: Gözün ayak ucuna bakarak yürümesi: Gözü haramdan, havatırdan ve başkalarının kusuruyla ilgilenmekten korur.

    Sefer der-vatan: Her adımda halktan Hakka yürümek: Kötü ahlâktan ve beşeri sıfatlardan iyi ahlâka ve meleki sıfatlara geçilmesini sağlar.

    Halvet der-encümen: Halk içinde Hak ile yalnız kalmak: Beden ve suret halk ile meşgulken kalb ve siretin Hak ile meşguliyetini sağlar. Kalbin her şeyden ilgisi kesilir ve daim Rabbının adını zikreder.

    Yâd-kerd: Dilin ve kalbin tevhid zikrini habs-i nefesle birleştirmek: Dil kalb ile beraber zikreder. Murakabe mertebesinde nefy-isbat zikrinde tevhid kelimesinin, gözler yumulu dil damağa yapışık ve nefes tutularak söylenmesiyle gerçekleşir.

    Bâz-geşt: Matlub ve maksudun ancak Allâh rızası olduğunu bilmek: Nefesi salıverdikten sonra kendiliğinden hatıra gelen iyi ve kötü havatırı kovarak yerine 'ilahi ente maksudi ve rızake matlubi' demektir.

    Nigâh-dâşt: Kalbi havatırdan/ kuruntulardan korumak: Hayâl gücünün artık havatır üretmeyecek şekilde devre dışı kalmasıdır.

    Yâd-dâşt: Her nefeste Allâh ile olmak: Dil ile söylemeden Allâh'a dönüş hâlini muhafaza etmek, zikirde mübalağa ederek huzur hâline ermek ve şühud makamına varmaktır.

    Vukûf-ı zamanî: Yaşadığı ânın değerini bilmek: Her an ve hâlin muhasebesini yapmak. Huzurda geçen hâline şükretmek, gaflette geçene tevbe etmek yani kabz hâlinde istiğfara, bast hâlinde şükre devam etmektir.

    Vukûf-ı adedî: Zikirde sayıya riayet etmek: Aklı dağınıklıktan koruyup bir yerde toplamak. Zikir sayısı az bile olsa huzurda olması önemlidir.

    Vukûf-ı kalbî: Kalbi 'Allâh' zikri ve fikri ile meşgul etmek: İki türlüdür: 1) Zikreden kişinin kalbinde Allâh'tan başka hiçbir şeye yer vermemesi 2) Zikredenin zikir esnasında hiza olarak kalbine yönelmesi. Bu, dua sırasında Kabe'ye dönülmesi gibi kalbe Hakk'ın tecellilerinin dolmasını sağlar.






    Kaynaklar:

    Sufiye Âdâbı: Muhammed b.Abdullah el-Hânî: (Tercüme: Mehmet Talha Odabaşı), Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2004.

    Altın Silsile: H.Kamil Yılmaz, Erkam Yayınları, İstanbul, 2003.

    Reşehât : Şeyh Seyfüddin (Haz: Necib Fazıl Kısakürek, Büyük doğu Yayınları, İstanbul, 2005.

    Menâkıb-ı Hâce Abdülhâlık Gücdüvanî (Süleymâniye Kütüphânesi, Yahya Tevfik , No: 190)

    Makâmât-ı Nakşibendiyye

    Nefehât-ül-Üns Tercümesi (Lamii Çelebi); Molla Cami, İstanbul 1289.
#11.02.2010 12:45 0 0 0