Mutsuzluğumuzun,huzursuzluğumuzun ve sinirli halimizin sebeplerini ortadan kaldırmak isteriz hepimiz hiç kuşkusuz.. Sorun yaşamak ve sorun çözmek için uğraşmak istemeyiz.Sorun çıkarmak kötülük yapmak, kötü olmak ve kötü anılmak da tabii ki..
Ancak bunlar vardır ve insanlar içindir. Bizim, kendimiz ya da sevdiklerimiz için yaptığımız iyi bir şey, başka birileri için "kötülük" olabilir. Hatta iyilik olacağını düşündüğümüz herhangi bir davranışımız, karşımızdaki tarafından hiç de hoş karşılanmayabilir veya aksi bizim için geçerli olabilir.
Hastalıklar, kayıplar, ekonomik ve sosyal sorunlar yaşayabiliriz. Burnumuzun dibinde savaşlar oluyor, on binlerce insan açlıktan, salgından ölüyor. Depremler, fırtınalar, ne idiğü belirsiz virüsler kol geziyor dünya üzerinde. Terörün bugün nerede patlayacağı meçhul!
Tüm dünya kuraklık tehdidi ile karşı karşıya vs.
Bunları görmezden gelmek, yok saymak hem doğru değil, hem de olanaklı değil. Ancak bunlar var diye yaşanan hayatı mahvetmenin de bir anlamı yok elbette. İnsan yaşama müdahale edebildiği ölçüde kendini güçlü hisseden bir varlıktır. Ve her insan belli ölçülerde bunu yapabilme yetisine sahiptir. Mesele kendi ölçülerimizin farkına vararak, yapmamız gerekenleri yapmak, eyleme geçmektir.
Bilirsiniz, biz bol bol yakınan bir toplumuzdur. Bunun nedenlerine girmeyeceğim. Ancak yakınmanın sorunların çözümü açısından pek işe yarar bir yöntem olmadığı kesin. Günümüzde giderek yaygınlaşan bir diğer yol da "uyuşmak"! Uyuşturucu bağımlılarını konu dışı tutarak söylüyorum bunu. Televizyonlarla, abuk sabuk magazin haberleriyle, gereksiz ve çılgınca yapılan alış verişlerle, olur olmaz kullanılan antidepresanlarla uyuşan milyonlarca insanı kastediyorum. Bunlar "biraz olsun rahatlamak, sıkıntılardan uzaklaşmak" gibi nedenlerle savunuluyor.
Evet, bunlar kolay kaçış yolları. Ama sorunlar çözümlenmedikçe ve ötelendikçe büyür ve daha büyük kaçış yöntemlerini gerektirir hale gelir. Televizyonlarda ve aslında bizi hiç de ilgilendirmeyen hayatlarda kaybolurken, kendi hayatlarımızı ıskaladığımızı gözden kaçırıyoruz. Çocuklar ve gençler, bırakın anne babalarıyla sohbet etmeyi, konuşmayı unuttular neredeyse. Anlamsız ve hiçbir duyguyu ifade etmeyen acayip bir dil edindiler maruz bırakıldıkları dizilerden.
Öte yandan ailelerin içinde dönen pisliklerin, meçhul paraların ve şiddetin kol gezdiği, korkunç bir namus anlayışının, sarışın kadın suratlarına patlayan tokatlar eşliğinde verildiği, adaletin bir takım sınıflar tarafından dağıtıldığı dehşet verici bir dünyayı barındırıyorsunuz evlerinizde. Modeller ya kader kurbanları ya da kaderlerimizi hiç de hakları ve hadleri olmadığı halde değiştirmeye kalkışanlar. Modeller, yoksulluğun kol gezdiği bu ülkede, hizmetçili, şoförlü malikâneler, bir uçmadığı kalan cipler, sarışın(!), makyajlı, şık köylü kızları, yakışıklı, çok sert bakışlı ama da çok duygusal(!) ve eli- beli silahlı delikanlılar... Ya da tam aksine zehirlenmiş sinir uçları ve şişmiş dudaklarıyla sırıtan, ağızlarından cıvıklık akıtan bir tuhaf canlılar. Bunun tetiklediği "öyle olma, onlar gibi giyinme, onlar gibi yaşama" talebi. Olamadıkça hırslanma, öfke ve kimi zaman kendine, kimi zaman başkalarına yönelen şiddet. Olamadıkça özünden, öz- yaşamından kaçma isteği, "...mış gibi yaşamlar, uyuşma, farkında olmama halini yaratacak ne varsa ona yöneliş.
Oysa düşünmek, sorular sormak, cevaplarını öğrenmek için çaba göstermek, okumak ve kendi küçük dünyalarımızdan başlayarak bir şeyleri değiştirmek gereklidir. Bunları yapmayıp, "vah vah, bu çocuk da neden serseri oldu!" demenin, bu ve benzeri nedenlerle kahredip yakınmanın bir anlamı yoktur.
Tembellik ve sorumsuzluk Allah vergisi değildir. Eğer akıl hastası değilsek, yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumluyuzdur. "Elimde değil" modasından bir an önce kurtulmazsak, gerçekten hiçbir şeyin elimizde olmadığı bir dünyayı yaratacağız; HEM DE KENDİ ELERİMİZLE!!...