Trabzonda Muhacirlik zamani - seferberlik zamani Trabzon
Bütün dünyaya ölüm ve yıkım getiren Birinci Dünya Savaşı, Doğu Karadeniz insanlarına da acılı yıllar yaşattı. Savaşın ilk yarılarında Doğu Cephesi'nin çökmesi, 1 cephenin vurucu gücü olan 3. Ordu'nun dağılması Karadeniz kıyılarının savunma gücünü her türlü destekten yoksun bıraktı. Batum'dan yola çıkan işgalciler hızlı adımlar batıya doğru ilerliyordu. Onları durduracak güçte durumda değildik. Bu durum karşısında iki seçenek kalmıştı: Ya bekleyip olacaklara boyun eğmek ya da başka yerlere göç ederek yeni bir günün doğuşunu beklemek. Yöremiz halkı ikinci yolu seçti.
Göç yolculuğu önce Artvin' den başladı. Bunu Rize ve Trabzon izledi. Doğu Karadeniz kıyıları neye uğradığını, nereye gideceğini, ne yapacağını bilemeyen şaşkın insanların umut köprüsü oldu.
Köyler, kentler, kasabalar göç hazırlığına girişti. Herkes dertli, herkes suskun. Yüzler acı, kaygı ve korku çizgileriyle dolu. Evlerde ağıtlar, ağlaşmalar, hıçkırıklar yarışıyor. Ninniler bile dindi. Esen yelden, uçan kuştan medet umuluyor. Kıyı boyunca işgal güçlerine karşı gösterilen yerel direnişlerin başarılı olması için dualar ediliyor. Ara sıra denizden gelip geçen Yavuz, Midilli, Gülcemal, Hamidiye adlı gemilere bakılıp türküler yakılıyor:
Yavuz gelir tersine
Değermenderesi 'ne
Yavuz kurban olayım
Toplarunun sesine
E Midilli kalksana
Işıkları yaksana
Düşman bastı burayı
Topları donatsana
İki gemi yan yana
İkisi de direkli
Yavuz'a bak Yavuz'a
Hepisinden de yürekli
Gülcemal dedukleri
Denizi elekleyi
Bacalari dumanli
Kıyılari bekleyi
E Gülcemal Gülcemal
Savruluyi dumanın
Aldın gittin yarımi
Yoktur senin imanın
E Midilli Midilli
Çabuk tüttur dumani
Urus'un gemileri
Hep yakay limani
Yavuz geliyi Yavuz
Denizde kaya kaya
Söyleyin Midilli'ye
Ensin Polathana'ya
Urus'un gemileri
Bir ileri bir geri
Urus dökti denize
Paslı tenekeleri
Tirabizan kızlari
Ne dillidır ne dilli
Kalduk duman içinde
Yetişsana Midilli
Evden, ocaktan ayrılmak ne denli zorsa göç yollarını aşmak daha da zordu. Varlıklt olanlar at, araba, kayık, sandal gibi taşıtlar tutarak bu zorluğu az çok yenebildiler. Onlar bile denizin azgın sularıyla boğuşmak, düşman gemilerinden sakınmak gibi ağır zorlukları günlerce yaşadılar.
Çoğunluğu yoksul olan on binlerce göçmene gelince onlar bu uzun yolları yürüye yürüye aştılar, Yanlarına aldıkları ufak tefek eşyayı, küçük çocuklarını, yerine göre hastalarını, sakatlarını sırtlarında taşıdılar. Geceleri, gündüzleri yollarda geçirdiler. Yağmuru, çamuru, karı, tipiyi, soğuğu, ayazı açıkta karşıladılar. Köprüsü yıkılan dereleri, azgın sulara dalarak geçtiler. Yarı aç, yarı tok, yırtık pırtık giysilerle doğanın ağır koşullarına, kış aylarının acımasız1ıklarına karşı koydular.
Düşman önünden kaçan bu insanların yiyecek, giyecek almak için paraları yoktu. Aç kalanlar kırda, bayırda buldukları otları, mantarları, yumruları koparıp karınlarını doyurmaya çalıştılar. Çoğunun midesi, bağırsakları bozuldu. Kimileri ağulanıp öldü. Hastalananlar için ne doktor, ne ilaç vardı. Yollar inim inim inleyen, sızım sızım sızlayan ya da ölüp kalan insanlarla doluydu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi kıyı kuşağını izleyenler düşman gemilerinin bombardımanına, iç kesimlerde yol alanlar eşkıya saldırılarına hedef oldular. Muhacir diye adlandırılan bu insanlara yağdırılan top ve tüfek mermileri, yüzlerce insanın ölümüne, yaralanmasına, sakatlanmasına yol açtı. Tonya'nın Karaağaçlı ve Biçinlik köyleri arasındaki boğazda 300 dolayında muhacir böyle öldürüldü. 19 Nisan 1916 günü Eynesil-Çavuşlu arasında yol alan göç kafilesini top ateşine tutan Rus donanması, 182 muhacirin ölümünü zafer sevinci içinde karşıladı.
Sık sık yinelenen bu saldırılar karşısında ölüsünü, yaralısını, yaşlısını, hatta çoluk çocuğunu bırakıp kaçmak nerde ise olağanlaştı. Yakınlarını yitirenlerin ağıtları, hastalananlarının iniltileri, açlıkla, çıplaklıkla boğuşanların çığlıkları yol boyunca dağlarda, taşlarda yankılandı.
O günlerde yakılan yol türküleri, yaşanılan dramın boyutlarını az çok yansıtabiliyor:
Ah bu muhacirlik şimdi büktü belimi
Zalim Urus yaktı, yıktı evimi
Trabzon 'un dört tarafı meteris
Meteristen telli kurşun atarız
Üç kardeşiz bir orduya yeteriz
Ah bu muhacirlik şimdi büktü belimi
Kafir Urus yaktı, yıktı evimi
Göç kafileleri gide gide Harşit Deresi'ne dayandı. Harşit Deresi'nin en azgın aylarıdır o aylar. Derenin üstünde köprü yoktur. Karşıdan karşıya kelek denilen küçük kayıklarla geçiliyor. Sayıları sınırlı olan'keleklerle bunca insanı karşıya geçirmek çok zordur. Kaldı ki muhacirlerin çoğu, geçiş ücretini ödeyecek durumda değildir. Kelekçiler de fırsat bu fırsattır diyerek geçiş ücretini artırdıkça arttırdılar.
Sabırsız muhacirlerle tıka basa doldurulan kelekler, ikide bir alabora olarak yolcularını dereye' döktü. Bunların çoğu azgın sularla boğuşa boğuşa denize sürüklendi. Kısacası, yol boyunca çekilen çileler, Harşit kıyılarında katlandıkça katlandı. Oradaki in- san manzaralarını ancak olayın tanıkları anlatabilir.
"Binlerce, onbinlerce muhacir derenin karşı yakasına geçmek için aç, çıplak, yağmur altında, çarnur içinde günlerce, haftalarca bekledi.
Pek çok muhacir kadın burada soğuktan, açlıktan, umutsuzluktan çıldırıp kucağındaki çocuğuyla birlikte kendini dereye attı. Hem bir tane değil, on tane değil, düzinelerle... Evet, burada yaşananları gören taşlar bile gözyaşlarını tutarnadı (1)".
Önceden yola çıkanlar, Harşit' in karşı yakasına geçerek sığınacak bir yer, tutunacak bir dal bulabildiler. Arkadan gelenler ise ilk gelenlerin tuttuğu yerleri de aşmak, daha uzaklara ulaşmak zorunda kaldılar. Bu yüzden yollar uzadıkça uzadı. Yorgunluk, açlık, çıplaklık, hastalık, ölüm arttıkça arttı.
Göç yolları üzerinde bulunan köyler, kentler, kasabalar başlangıçta muhacirlere karşı ılımlı davrandılar. Ellerinde, avuçlarında ne varsa onlarla paylaştılar. Ancak ardı arkası kesilmeksizin bir çığ gibi akıp gelen göç dalgası, oraların kaynaklarını da tüketti. Muhacirler gitgide istenmeyen konuklar konumuna düştüler.
"İlk aylarda yiyecek işleri iyi kötü bir düzene bağlanmıştı. Muhacir barındıran yerlerde kurulan Muhacir Komisyonları, muhacirlerin gereksinimlerini az çok karşılıyordu.
Arkadan gelenler yığıldıkça beslenme, barındırma, yerleştirme işleri bozuldu. İl yönetimini Ordu'ya taşıyan Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey'in çabaları, yığılan sorunların çözümüne yetmedi. Başını sokacak bir ev, kamını doyuracak bir kapı bulamayanlar öle kala yollara düşüyor, yurdun daha verimli, daha güvenli bölgesine ulaşmaya uğraşıyordu. Her adım başı tüyler ürperten sefalet sahneleri sergileniyordu. İşsiz, parasız, yersiz, yurtsuz, yiyeceksiz olan bu insanlar açlık ve hastalıklara yenik düşerek kırılıyorlardı. Öyle ki Trabzon'dan 20 kişi olarak yola çıkan bir aileden ancak 5-6'sı sağ kalabilmişti. Sanki bütün Karadeniz sahilleri, İstanbul' a kadar uzanan bir mezarlık haline gelmişti (2)".
Muhacirler bu zorluklarla boğuşurken ayrıldıkları yerlerin özlemi de gözlerinde tütüyordu. Gözleri, gönülleri hep oralardaydı. Ne yazık ki gelen haberler iç açıcı değildi. Trabzon'un düşman eline düşmesi, muhacir topluluğunu yürekten yaraladı. Acılarını türkülere döktüler:
Ah Trabzon Trabzon
Konakların içinde
Eygidi Sarikışla
Kaldın Urus içinde
Ah Trabzon Trabzon
Konakların parlayi
Eygidi Sarikışla
Seni gören ağlayi
Ey gidi Sultan Reşat
Kararıni bulmadın
Çektın askeri geri
Milletini sormadın
Urus 'un kumandani
Yortu tutayi yortu
Ey gidi Sultan Reşat
Hani üçüncü ordu
Aylarca süren ölüm yolculuğuna dayanabilenler, oldukça güvenilir yerlere ulaştılar. Ancak varılan yerlerde barınacak bir ev, geçinecek bir iş bulmak kolay değildi. Gene de ölüm saçan yolları geride bırakmak, güvenli yerlerde yaşamak onlara yetiyordu.
Acıları, kaygıları, korkuları gerilerde bırakmak, muhacirlerin yaralarını sarmak elbette yeterli değildi. Onların büyük özlemi, ülkenin kurtuluşunu görmek, doğup büyüdükleri yerlere geri dönmekti. O günleri görmedikçe yüreklerindeki fırtına dinmeyecekti.
1917 yılının sonlarına doğru özlem yüklü yüreklerde umut çiçekleri yeşerdi. Aralık ayının ortalarında imzalanan Brest-Litovsk Ateşkes Antlaşması, bitmek tükenmek bilmeyen acılı günleri noktalıyordu.
Halk arasında muhacirlik diye anılan ve Yoroz burnundan Giresun'a, Ordu'ya, Samsun'a, oradan da Tokat, Zile, Erbaa, Taşova, Merzifon, çorum, Yozgat, Sinop, Zonguldak, Bolu, İzmit, İstanbul gibi daha pek çok Anadolu kentlerine uzanan bu çileli yolculuk birbirini izleyen en az üç kuşağın yaşamında derin izler bıraktı. Gidenlerin bir bölümü yollarda öldü. Bir bölümü oralara yerleşti. Geri kalanlar aynı yolları izleyerek, aynı çileleri çekerek geri döndüklerinde köylerinin, kasabalarının, kentlerinin yakılıp yıkıldığını, evlerinin yağmalandığını gördüler. Bulabildikleriyle yepyeni bir düzen kurup yaşamın sürekliliğine ayak uydurdular.
1916 yılının şubat aylarında başlayıp aşağı yukarı iki yıl süren bu uzun yolculuğun öyküsü, tek başına bir ölüm kalım destanıdır.
Kaynak: Trabzon efsaneleri ve halk hikayeleri
Haydar Gedikoğlu
Trabzon Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları