Yüzyıllar boyu insanlara işkence çektiren ve tahminen 10 milyon insanın barbarca ölümüne neden olan Engizisyon'un sırları artık gün ışığına çıkıyor. Alman Der Spiegel Dergisi, bugüne kadar Vatikan tarafından sır gibi saklanan 4500 banttan oluşan insan avı arşivlerinin dünya kamuoyuna açıklanacağını bildirdi.
Alman Der Spiegel Dergisi, bu sayısında Vatikan'ın inanmayan insanlara karşı yüzyıllarca sürdürdüğü, işkence, psikolojik terör, mesleki yasak ve sansür de dahil olmak üzere her türlü uygulamayı konu edindi. Bugüne kadar gizli kalan belgelerin, artık su yüzüne çıktığı belirtilerek, Roma'da da ‘‘Glasnost’’ devrinin başladığına işaret edildi. Bugüne kadar insan avcılığı yapan Vatikan'ın tüm gizli kalmış sırları, 4500 banttan oluşan dokümanlarla kamuoyuna açıklanacak. Demokratik Almanya Gizli Servisi'nin (Stasi) arşivlerini andıran dokümantasyon arşivlerinden çıkacak bilgiler, artık tüm dünya tarafından bilinecek.
Engizisyon Mahkemeleri İşte özellikle ‘‘Aydınlanma’’ dönemine kadar etkin olan ve insanları barbarca katleden Vatikan'ın arşivleri, bu yılın ocak ayının 22'sine kadar giz olarak kalmayı başarabildi. 22 Ocak'ta Katolik Kilisesi'nin Alman Kardinali Joseph Ratzinger, Vatikan'ın ilk gizli arşivini gözler önüne serdi.
İtalyan Papalık Kardinallerinden Achille Silvestrini bu belgelerin açıklanmasını kendi kendini temizleme, arındırma olarak niteledi. Katolik Kilisesi, bugüne kadar yapılan uygulamaları, daha farklı göstermeye, ya da dikkat çekici olmaması için değiştirmeye çalıştı. Ancak Papa Johannes Paul'ün Vatikan'ın başına geçmesinden sonra, bu çağdışı işkence artık açık bir şekilde eleştirilmeye başlandı. Papa, kardinallerine yazdığı bir mektubunda, birçok formunun uygulandığı işkencenin saklanamayacağını açık bir şekilde dile getirdi.
4500 CİLTLİK SIR
Engizisyon Mahkemeleri'nin tüm dünyaca bilinen bu barbar uygulamaları, birçok Avrupa ülkesinde iyi bir şekilde arşiv edildi.
Engizisyon uygulamalarının tüm belgelerinin paketler halinde saklandığı yer olan Plazzo del Sant'Uffuzio artık açılacağı günü bekliyor. 4500 paketten oluştuğu belirtilen belge yığınlarından oluşan arşivin aslında daha büyük olduğu iddia ediliyor. Ancak bunların bir kısmının kaybolduğu belirtiliyor. 19. yüzyıla gelinceye kadar bu arşiv belgelerinin yaklaşık üçte ikisinin kaybolduğu tahmin ediliyor. 1810 yılında Napolyon Bonapart tarafından Paris'e taşınan arşiv 1816 yılında Vatikan tarafından tekrar geri getiriliyor. Ve artık tarihe karışan Engizisyon'un gizleri de gözler önüne serilerek tarihe kavuşacağı günü bekliyor.
1 milyon kadın tanrı adına infaz edildi
500 yıl önce 4. Papa Innozenz Anno tarafından kurulan Engizisyon'un ‘‘Avrupa'da Aydınlanma’’ dönemine kadar yürüttüğü kanlı dönem, arşivlerin açılmasıyla tüm yanlarıyla gözler önüne serilecek. Tahminlere göre, bu insanlık dışı uygulamalar 10 milyon insanın ölümüne, hatta bazılarının canlı canlı toprağa gömülmesine yol açtı. Kötü bir tümör gibi asırlar boyunca Hıristiyanlık aleminde Engizisyon uygulamaları yaygın hale geldi. Yine yapılan tahminlere göre 1450 ile 1750 yılları arasında 1 milyondan fazla kadın Tanrı adına infaz edildi. Alınan her karar Tanrı adına alındı, Tanrı adına uygulandı. Engizisyon uygulamalarında davalının hiçbir hakkı yoktu. Davacı, kilisenin görevlisi aynı zamanda hem savcı hem de hakimdi. İşkenceye sadece izin verilmemişti, bu aynı zamanda bir emirdi. Kilisenin kararları doğrultusunda yapılan kıyımlara karşı durabilecek, vazgeçirebilecek hiçbir kurum yoktu.
Engizisyon Mahkemeleri 12 bin Yahudi'yi yaktı
Tarihte Engizisyon'un toplu kıyımına en büyük örneklerden biri 1481 yılında gerçekleşti. Papanın bile vahşice uygulamalarından kaygı duyarak gücünü kısıtlamaya çalıştığı bu mahkemelerin baş Engizisyoncusu olan Dominiken papaz Tomas de Torquemada 12 bin Yahudi’yi, inançlarından vazgeçmedikleri için yaktırdı. İnsanları barbarca katleden Vatikan’ın ilk gizli arşivini Alman Kardinali Joseph Ratzinger gözler önüne serdi.
Engizisyon'un din adamı ya da din adamı olmayan ve bir çeşit jüri görevini görevini gören iki yardımcısına karşılık, suçlanan kimsenin avukatı ya da kendisini savunacak bir sözcüsü yoktu. Suçlu bulunanlar, işkenceyle ve başta yakmak olmak üzere, çeşitli biçimlerde öldürmeyle cezalandırılırdı. Suçları hafif olanlar, haçlı seferlerine katılma gibi ‘‘hafif’’ suçlarla cezalandırılıyordu. Pişmanlık duyanların bazıları, ömür boyu duvarlar arasında yaşamaya mahkum edilirdi. Engizisyon cezaları arasında akıl almaz işkence biçimleri vardı. Uluslararası Af Örgütü'nün 1986’da gerçekleştirdiği bir sergide başta Engizisyon olmak üzere tarih boyunca, çeşitli ülkelerde kullanılan işkence aletleri sergilendi:
Engizisyon Mahkemeleri Radikal papa
Papa 2'nci Jean-Paul, 1980'li yılların başından beri radikal tavırlayıla dikkati çekiyor. Türk basının ünlü kalemi Abdi İpekçi'yi öldüren mehmet Ali Ağca'nın suikast düzenlediği Papa 2'nci Jean paul, göreve geldiğinde ‘‘Dayanışma’’ sendikasını destekleyerek Polonya'daki devrime katkıda bulundu. Daha sonraları Mehmet Ali Ağca'yı affettiğini açıkladı. Papa, geçtiğimiz yıllarda Galileo Galilei'nin davasını da yeniden açmıştı. Vatikan, yine geçen yıl Darvin Teorisi'nin doğruluğunu da kabul etmişti.
Kukuletalı callatlarca başları baltayla kesilerek cezalandırılmak, yalnızca soylulara uygulanıyordu. Halk, asılmak ve daha başka türlü biçimlerde öldürülürdü.
Katolik Kilisesi'nin ve Avrupa tarihinin en karanlık dönemleri, Papa 2'nci Jean Paul'un girişimiyle aydınlığa kavuşacak. Papa, işkence ve ölümle özdeşleşmiş Engizisyon arşivlerini araştırmacılara açmaya karar verdi. Arşiv, Papa 3'ncü Paulus'un dini sapkınlıklar ve Protestanlıkla mücadele için 1542 yılında kurduğu Engizisyon mahkemesi'nden 1903'e, yani 13'üncü Leon'un ölümüne kadar olan dönemdeki belgeleri içeriyor.
Papa 2'nci Jean Paul, yıllardır radikal davranışlarıyla dikkati çekiyor. Geçen yıl Darwin Teorisi'nin ‘‘yaratılış teorisi’’yle çelişmediğini belirten Papa, geçtiğimiz yıllarda da Engizisyonda yargılanan ünlü bilgin Galileo Galilei'nin davasını da yeniden açmıştı. Vatikan'da kurulan araştırma komisyonu da, ne şiş yansın ne kebap, mantığıyla her iki tarafı da aklayan bir karar vermişti: Galilei'yi mahkum eden Engizisyon, kutsal metinleri fazla katı yorumlayarak ‘‘Dünya, Kainatın merkezidir’’ dediği için hatalıydı. Ama Galilei de ‘‘O çağda sadece bir varsayım olan bir bilgiyi (yani Dünya'nın yuvarlak olup Güneş'in etrafında döndüğünü) kanıtlanmış bir bilgi gibi açıkladığı için’’ hatalıydı. Özetle, Galilei vaktinden önce haklı olduğu için hatalıydı.
Engizisyon, sözlük anlamı olarak ‘‘bazı ülkelerde din sapkınlarını bulmak ve yargılamak için kurulan mahkemeler’’e verilen ad. Ama Avrupa tarihinde çok farklı bir yeri var.
12'nci yüzyılın ortalarından başlayarak Batı Avrupa'daki halk kitleleri arasında değişik mezhepler yaygınlaşıyordu. Engizisyon, başta Katharcılık olmak üzere bu sapkın mezheplere son verme isteğinden doğdu. Hükümdar ve krallar, toplu kıyımlarla sorunu çözmek istiyordu. Papalık ise, bu mücadelenin örgütlenmesiyle ilgileniyordu. Papa 3'üncü İnnocentius, 1109 yılında Engizisyon usulünü getirerek mücadeleye etkinlik kazandırdı. Daha sonraki yıllarda ise tam bir kıyım örgütü haline geldi.
Vatikan'dan 800 sayfalık engizisyon dosyası
Vatikan, Engizisyon ve işkenceler konusunda 800 sayfalık dosya yayımladı.
Dosyayı basına sunan Kardinal Roger Etchegaray, bir gazetecinin Irak'ta mahpuslara yapılan işkenceye ilişkin sorusuna yanıt verirken, ”Tarihten alacağımız ders henüz bitmemiş demek” dedi.
Papa 2. Jean Paul'ün dosyaya iliştirilmiş mektubunda da kilisenin, geçmişte işlenen hatalardan pişmanlık duyduğu anımsatıldı.
Kardinal, Engizisyon döneminin, tarihin acılı bir dönemi olduğunu, Hıristiyanların bu konuya açıkyüreklilikle bakması gerektiğini kaydetti.
Engizisyon mahkemeleri, 13. yy'ın ilk yarısında kurulmuş, nice davada aşırılığa kaçılmış ve nice insana mahkeme kararıyla zulmedilmiş, nicesi öldürülmüştü. Papa 2. Jean Paul, daha önce de Engizisyon yüzünden kilise adına özür dilemişti.
Bilim Tanrı'nın izinde
‘‘Evrende benim de izah edemediğim olgular varsa, bu ancak tanrısal bir güç olabilir’’ demişti ünlü bilimadamı Albert Einstein.. Einstein, bu sözü yıllar önce belki de şaka yollu söyledi. Ancak 2000 yılına girmeye çok az bir zaman kala, Einstein'ın söyledikleri bir anlamda gerçek oluyor. Dinlerin ortaya çıkmasından bu yana, bilim ile inanç her türlü ortamda çatıştı. İki kesim arasında asla uzlaşma sağlanamadı. Zaman içinde, bilimle inanç iki düşman haline geldi. Amerikan Newsweek Dergisi, son sayısının kapak konusu olarak bilim ve dinin nasıl uzlaşı yoluna girdiklerini inceledi.
İçinde bulunduğumuz modern çağda, bilim alanında gösterilen başarıların, Tanrı'ya inancı iyiden iyiye ortadan kaldıracağı sanılıyordu. Bilimadamları, evrenin sırlarını birer birer aydınlattıkça, Tanrı'ya olan bağlılığın giderek zayıflayacağı bekleniyordu. Ama dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan bazıları ünlü, birçok bilimadamı için, bu beklentiler hiçbir zaman gerçekleşmedi. Onlar, evrenin sırlarını öğrendikçe, evrenin olağanüstü karmaşık düzenine ve uyumuna tanık oldukça Tanrı'ya yöneldiler. Giderek artan sayıda bilimadamı, yaptığı her yeni keşifle, Tanrı'nın varlığını ortaya koydu ve manevi yaşama destek verdi. Hem de çoğu, gençliklerinde ateist olmalarına karşın..
Bilim cephesindeki ateist astronom Carl Sagan'a göre; ‘‘Yaratıcının yapacağı hiçbir şey yok.. Bu nedenle, her düşünen kişi, Tanrı'nın olmadığını kabule kendini zorlamalı..’’ Diğer cephede, yani dini inanışlara göre ise, karşıt görüşler de çok derin. Örneğin, dünya ve evrenin 6 bin yaşından daha büyük olduğuna inanan kişi, dini de inkâr etmiş oluyor.
Tarihin akışı içinde, ‘‘neden ve nasıl’’ sorusunu araştıran bilime karşı, ‘‘neden’’ sorusunu daima tabu gören dinin savunucusu güçlü kilise, daima engelleyici bir unsur olmuş. Ancak, bilimin giderek güç kazanıp, otorite haline gelmesi sonucu, bu iki kesim çareyi birbirini dışlayıp, görmemekte bulmuş. Birbirini yok saymış.
Bu kadar zıt görüşlere sahip, yüzyıllarca çekişen din ve bilim, artık sürpriz bir şekilde ateşkes ilan etmiş durumda.
Ateist olarak yetişen, 72 yaşındaki astronom Allan Sandage, yıllarını yıldızları, gezegenleri incelemeye adamış bir kişi. Sandage, incelemeleri sırasında yanıtını veremediği birçok soruyla karşılaştığını anlatıyor ve ‘‘Var olmanın sırrını ancak doğaüstü yollardan anlayabildim’’ diyor. Bunun sonucunda Sandage, 50 yaşında Tanrı'ya yönelmiş..
Birçok bilimadamı, Tanrı'ya yönelmekle kalmamış. Aralarında daha da ileri giderek din adamı olanlar da var. Fizikçiyken, 1982 yılında papaz olan John Polkinghorne, Tanrı seçimini izah ederken, ‘‘Bana göre, evrenin oluşumunun ardında bir amaç ve akıl var’’ diyor.
‘‘Pulsar’’ adı verilen yıldızları keşfeden astronom Jocelyn Bell Burnell, İngiltere'de öğretim görevlisi. O da Tanrı'ya yönelenlerden. Bu davranışını izah ederken, ‘‘İnancı olmamak, çok korkutucu, insanı yalnız bırakan birşey. Eğer inançlı biri olmasaydım, bilimsel çalışmalarımı daha farklı yapar mıydım? Sanmıyorum’’ diye konuşuyor.
1964 yılında, lazer ışını üzerinde yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik ödülünü kazanan, California Üniversitesi öğretim görevlisi Charles Townes da kendi deyimiyle iyi bir dindar.. Townes, uzayda yapılan son keşiflerin, evrenin dini yorumuna uygun olduğuna inanıyor. Ona göre, evrenin kanunları zeka ürünü.
Sonuç olarak, bilim, Tanrı'nın varlığını kanıtlayacak veya teleskopla izini sürecek konumda değil. Ancak bazı inananlara göre, evren hakkında öğrendiklerimiz, Tanrı'nın nasıl olması gerektiği konusunda ipuçları veriyor. Yani, bilim sadece tanıklık yapıyor.
Zorlu yolculuk
1268-73 Aristotle'nin fizik çalışmaları konusunda yazılar yazan Thomas Aquinas, bu görüşe Hristiyan bakışı açısından dini bir yorum getirdi.
1543 Kopernik, ‘‘De Revolutionibus’’unda dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü söyledi. Böylece, dönemin görüşlerine karşı çıkmış oldu.
1633 Galileo, Kopernik'in sistemini yazıp öğrettiği ve böylece Papa'nın emirlerine karşı geldiği için Engizisyon tarafından yargılandı. Bunun üzerine, ‘‘Hatasını kabul ettiğini’’ söyleyen Galileo, ölümden kurtuldu ve sadece ev hapsine mahkum edildi.
1687 Isaac Newton'un yerçekimi teorisi basıldı.
1802 Chevalier Lamarck, canlıları Tanrı'nın yarattığı düşüncesine karşı çıkarak, evrim teorisine destek verdi.
1842 Richard Owen, kısa bir süre önce bulunan fosillerin, nesli tükenmiş dinozorlara ait olduğunu bildirdi. Bazı çevreler, bunların Nuh Tufanı sonucu yok olduğunu savundu.
1859 Charles Darwin, evrim teorisinde, canlıların zaman içinde değişim gösterdiğini, bazılarının da varolmak için yaptıkları mücadele yok olduklarını vurguladı.
1871 Darwin, teorisini anlattığı eserinde, insan soyunun maymundan geldiğini öne sürerek İncil'deki doktrinin aksini savundu.
1905 John William Strutt, incelediği bir kayanın 2 milyon yıllık olduğunu açıkladı. Böylece Hıristiyan inanışına karşı çıkmış oldu.
1916 Albert Einstein'ın İzafiyet Teorisi, Newton'un dikkatlice çizdiği evreni reddediyordu. Einstein daha sonra, ‘‘Din yoksa, bilim topaldır. Bilim olmazsa din kördür’’ dedi.
1925 Tennesse'de lise öğretmeni John Scopes, Evrim Teorisi'ni öğretmekle suçlandı, yargılandı ve mahkum oldu.
1948 George Gamow, evrenin büyük patlama sonucu oluştuğu teorisini ortaya attı.
1965 Arno Penzias ve Robert Wilson, uzayın radyasyonla dolu olduğunu buldu. 1989 yılında, COBE uydusu, radyasyonu görüntüledi.
1992 Papa John Paul, Katolik Kilisesi'nin Galileo'ya yaptıklarından ötürü özür diledi. Dört yıl sonra, Papa, Evrim Teorisi'nin doğru olabileceğini ima ederek, bilimle uzlaşıda önemli bir adım attı.
Karanlığın aydınlık yüzü
Celil Layıktez'in ‘‘Ortaçağın Aydınlığı’’ adlı çalışması, engizisyonla özdeşleşen ve karanlık çağ olarak bilinen Ortaçağ'ın aydınlık yüzünü birbirinden ilginç örneklerle anlatıyor. Layıktez'e göre Ortaçağ, tıptan sanata, loncalardan devlet ilişkilerine, günümüz uygarlığının bir hazırlayıcısı.
Günümüz medeniyetinin temel düzenlemelerinin birçoğu aslında Ortaçağ'a dayanıyor. Karanlık çağ olarak tarihe geçmiş olmasına rağmen birçok yeni fikrin doğuşu bu döneme denk gelmiş. İnsanların Ortaçağ'ı işkence ve engizisyonla özdeşleştirip, tarihin bu dönemine dar bir açıdan bakması, Ortaçağ'a hak ettiği değerin verilmemesine neden olmuş.
Tarih kitapları bize Ortaçağ'ı ‘‘Fatih dev topları ve güçlü ordusuyla 1453'te Bizans'ı tarihe gömerken aynı zamanda tarihin bu karanlık dönemine de noktayı koyuyordu. Aydınlanmanın simgesi olarak kabul edilen Yeniçağ ise Rönesans hareketi ile bir güneş gibi doğuyor ve Ortaçağ'ın sözde karanlığını dağıtıyordu’’ diye öğrettiyse de, hiçbir şeyin yoktan varolmadığı, hiçbir şeyin belli bir bilimsel ve teknolojik birikim olmadan gerçekleşemeyeceği kesin. Nitekim Ortaçağ'ın aydın filozof ve mühendisleri Roma devrinin mirası üzerine muhteşem bir uygarlık kurabilmiş, bilgiyi organize ederek Rönesans'ın hazırlayıcısı olmuş. Peki, nasıl oluyor da böyle büyük bir aydınlanma hareketi sözde bu kadar karanlık bir dönemin içinden çıkabiliymiş?
İşte Celil Layıktez'in çeşitli kaynaklardan derleyip hazırladığı ‘‘Ortaçağın Aydınlığı’’ adlı çalışması bu soruya cevap ararken, bir yandan da o döneme ışık tutuyor.
Kitapta Ortaçağ'a ilişkin pek çok ilginç gelişmeye yer verilmiş. Örneğin saatin düzenli olarak kullanılmaya başlanması ile sanayi devrimi arasında kurulan bağ ve ortaya çıkan tablo kitabın en ilginç bölümlerinden biri. Avrupa'da saat başına muntazaman çalan çanlar işçi ve esnafın yaşamına bir düzen getirmiş, kent yaşamı saati esas alınarak organize edilmeye başlanmış. Geçen zamanın muhasebesini yapmak, zaman kazandırıcı teknik ve yöntemler geliştirmek günün meselesi olunca, zamanın kutsallığı ve parçalara bölünemeyeceği inancı geçerliliğini kaybetmiş. Batı Avrupa'da Roma kilisesinin bu yeniliği Ortaçağ sanayi devrimini de mümkün kılmış. Yeni teknoloji ve düşünceler günah çarkına girmeden kabul edilmeye başlanmış.
Ortodoks kilisesinde ise bu tür yeniliklere izin verilmemiş, her yenilik bir küfür olarak kabul edilmiş ve Celil Layıktez'e göre Bizans uygarlık trenini kaçırmış. Ortodoks düşüncesinde zamanın matematiksel olarak saat, dakika ve saniye olarak bölünmesi zamanın ebedi tanımına karşı geldiğinden günah sayılmış ve 20. yüzyıla kadar Ortodoks kiliselerine bir mekanik saat konması yasaklanmış. Böylece zamana karşı yarışan Batı Avrupa hızla sanayi devrimini gerçekleştirirken, Doğu bu olaya sadece seyirci kalmış.
Layıktez'in kitabı, evlilik kurumuna ait ilk düzenlemelerin de yine bu devirde karşımıza çıktığını söylüyor. Evlilik kurumu, 1215 yılından itibaren Kilise'nin kutsal görevleri arasına katılmış. Çünkü bu tarihten önce çiftler eski Roma ve Cermen adetlerine göre, genelde yüzük takılan, evin ve gerdeğin aile büyükleri tarafından kutsandığı sivil bir merasimle evlenirlermiş. Ev ve yatak söz konusu olduğundan nikah mutlaka evde kıyılırmış. 1200 yılına doğru evliliği kutsayacak kişi olarak rahibin tercih edilmesi zengin ve okumuş kesimlerin modası olmuş. Böylece evliliğin Kilise tarafından kutsanmaya başlanması, boşanma üzerinde de hak iddia edebilmesine neden olmuş.
Beslenme bütçeleri ile gıda çeşitleri üzerine yapılmış iki önemli araştırmanın da ilk kez Ortaçağ'da yapıldığını söylüyor Layıktez. Bunların ilki 1338 yılında Hospitalye Şövalyeleri'nin manastırlarda tükettikleri yiyecekler üzerine yapılmış. İkinci çalışma ise 1364-1365 ders yılında Studium Papale okulunda 12-18 yaşlarındaki öğrencilerin ne tür besini, ne kadar tükettiklerine yönelik bir araştırma olmuş. Bu çalışmalar sonunda elde edilen bilgiler ışığında yıllık istatistikler oluşturulmuş.
Celil Layiktez'in bu çalışması, birbirinden renkli örnekleriyle bizlere aslında Ortaçağ'da ne kadar tutarlı ve entegre bir uygarlık olduğunu gösteriyor. ''Zulümle takip edilen heretikler (kafir) vardı; dogmalara karşı çıkan ve cadılıkla suçlananlar engizisyon tarafından yakılarak idam ediliyordu; politik ve ekonomik nedenlerle zaman zaman hoş görülen veya zulmedilen Yahudiler vardı,'' diyen Layiktez, yalnız bu olgulara bakarak Ortaçağ'ı gerçekten karanlık bir çağmış gibi nitelemenin büyük haksızlık olduğunu, Rönesans'ın hatta günümüzün iktisadi ve sınai teknolojilerinin köklerinin Ortaçağ'da olduğunu savunuyor. Geniş bir araştırmanın ürünü olan kitap Ortaçağ'ın aydınlık yüzünü bizlere tanıtıyor. Özenle seçilen resimler ise başlı başına bir bilgi kaynağı.
Türkiye işkenceci değildir
Yüksek Askeri Şûra, toplantılarını bitirdi. Dost düşman herkes gördü ki; Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepe toplantısında bulunanlar, ülke menfaatlerine en uygun kararı vermişlerdir. Bu şanlı bayrak değişmi her silahlı kuvvetler mensubu için şereftir. Milletimiz ve memleketimiz için hayırlı olsun.
Yeni göreve gelen bütün komutanlarımızı tebrik ile, görevlerinde üstün başarılar diliyorum.
Başlıkla ilgili olarak söylemek istediklerim ise:
Ne zaman Türk hükümetleri bazı temel teşkil eden meselelere eğilseler, Batı devletleri hemen bir bahane ile Türkiye'yi suçlamaya kalkarlar.
Kıbrıs'ta Rumlar ihtilal yapıp, bir tek Türk bırakmamacasına öldürmeye başlayınca; hiçbir Avrupa devletinden ses çıkmadı.
Türkiye duruma müdahale hakkını kullanmaya başlayınca; ABD ambargo koymaya kalktı. Koydu da ne oldu? Türkiye'nin sanayisinin ilerlemesine katkıları oldu.
Eğer o ambargo olmasa idi, belki de Savaşan Şahinleri bugün devreye sokamazdık.
Türkiye dünyada, kendi kendine yeten, birkaç şanslı ülkeden biridir.
Bunları yazmaktan maksadım, son günlerde Türkiye'nin işkenceciliği gündeme geldi. ABD'nin dışişleri bakan yardımcısı, Türkiye ziyaretine Diyarbakır'dan başladı. Bana bu ters geldi. Bir devlet adamı resmi vazife ile geldiğinde; öncelikle Başkente uğrar, devlet büyükleri ile seviyesine göre buluşur, sonra da yanına mihmandarlar verilir, bazı yerleri gezebilir.
Bu Koh denen kişi geziye ters başladı. Eee bir iş ters başlayınca, hep ters gider.
Verdiği beyanatlar da ters oldu. Sanki bizim müttefikimizin bir memuru değil de, müstemleke valisi gibi dert dinliyor. Hüküm veriyor.
Türkiye'nin neresinde olursa olsun vatandaşın derdini, devlet adamlarımız, milletvekillerimiz dinlerler.
Verdiği beyanatlarla Türkiye'de işkence yapıldığını ima ve hatta açıkca beyan ediyor.
Türkler işkence bilmezler. Türk müzelerinde şöyle bir dolaşın bakalım, bir tane işkence aleti görebilecek misiniz. Göremezsiniz. Ama Avrupalıların her devletinin, her devirde nasıl işkence yaptıklarının, müzeler ve tarihi belgelerde binlerce şahidi vardır.
Kızılderililerin kökünü kimler kuruttu?
İki yüz yıl Zencileri insan saymayanlar kimlerdi? Tabii ki senin temsilcisi olduğun devlet.
Engizisyon kimlerin eseridir. Papanın emri ile bir şehrin insanını Katolik, Ortodoks ayırmadan, din uğruna öldürenler kendi milletleridir.
Koh, Türkiye'den önce, İngiltereye kadar gidip İrlanda'yı bir görseydi.
Alman Dazlaklarının Türk evlerini nasıl kundakladıklarını sorsaydı.
Sahi bu adam Saraybosna, Kosova diye bir şey duymadı mı?
Habeşilerin, Eritrelilere soykırımını okumadı mı?
Daha dün Japonya'ya iki atom bombası sallayıp, ellibeş yıldır ölümle pençeleşen yüz binleri geride bırakanlar, bana işkence dersi mi verecek.
Vietnam'da işledikleri insanlık suçları ne çabuk unutuldu?
İnsan organlarını satan mafyalarla uğraşma. Çocuk yaşta fuhşa teşvik edenleri ve yaptıranları görme, gel Türkiye'ye sizde işkence var de...
İşkence için devlet emir verir. Görevliler de uygular. Peki devletimizin böyle bir açık, gizli emri var mı? Yok. Peki nereden çıktı!
Ordunun her kademesindeki görevliler, bölge insanına kardeş gibi davranmakta ve yaklaşmaktadır. Hastasını tedavi ettiriyor, okuluna kitap defter gibi eğitim araçlarını yağdırıyor, suyunu, yolunu hallediyor.
Suçlulara yataklık yapanları sorguya çekmek işkence suçu mu oluyor.
Bu Koh, bu kadar insani bir görevle geldiğine göre, neden bir tek şehid ailesi ile görüşmedi. Dul kalan boynu bükük tazelerin çektikleri üzüntü; ESAS İŞKENCEdir. Bir de bu işkence mazlumlarını dinleseydin, günah mı olurdu.
Yıllardır, ağlamaktan göz pınarları kurumuş analar ve babaların hatırını bir sorsaydın.
İstanbul'a gelip Fener Rum patriğinin hatırını soruyor. Her halde toplumunuzun hali nedir dedi. Rum patriği din adamı da, İstanbul Müftüsü din adamı değil mi? Onu niye ziyaret etmedi?
İşte Avrupa'nın adaleti. Önce hükmü verirler, sonra yargılarlar.
Amerika'nın niyeti, Kuzey Irak dahil o bölgede yaşayan insanların huzura kavuşması değildir. O bölgedeki petrol zenginliğini Amerika'nın menfaatine kullanmaktır.
Amerika gibi süper bir devletin bu kadar küçük bir menfaat için koşturması, çok büyük bir mağaza sahibinin, biraz daha kâr edebilmek için mağazanın önünde limon satmasına benziyor.
Burdan anlaşılıyor ki ABD'nin işleri hayli kesat.
Büyük Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, böyle ayak oyunları ile yıkılmaz ve yıkılmayacaktır. Bu granit dağa çarpanların kafaları parçalanır.