YILLAR önceydi. Gece yarısına yakın bir vakitte eve döndüğümde, o zaman iki yaşlarında olan kızımı, "Yoot, yoot" diye evde dolanıp dururken buldum.
Yoğurt istiyordu, ama anlaşılan, evde kalmamıştı. Gerçi arayacak olduktan sonra açık bir dükkân bulmak çok zor değildi, fakat gecenin o saatinde kim uğraşacak? Nihayet küçük bir çocuğun önemsiz bir arzusu; az sonra yatar uyur, sabah kalktığında da unutur...
Çok geçmeden kapının zili çaldı. Açtığımızda, amcası bir naylon torba dolusu yoğurtla karşımızda duruyordu. İşyerinde biriken yoğurtları toplamış, eve dönerken bize uğrayıp bırakacak olmuş. Halbuki daha önce böyle birşey yapmazdı, o günden sonra da yapmadı. Sadece o gece, o saatte bize yoğurt getirdi.
Herbirimiz hafızamızı şöyle bir yoklayacak olsak, buna benzer vak'alar hatırlayabiliriz. Gerçekte, nice "önemsiz" arzu ve duaların hergün, her an ehemmiyetle cevap bulduğuna dair nice olaylara tanık oluruz da, ülfet perdesine sarıp bir kenara atar ve geçip gideriz.
Dua ve cevap, hayatın hayat kadar kesin bir gerçeğidir. Şu yağmurlu günlerin birinde, şemsiyeyi bir tarafa atarak öylece çıkın yağmurun altına. Sonra kendinizi, kurumuş ağaçların, susamış çiçeklerin, filiz verip Rabbinin nakışlarını göstermek için can atan tohumların, Rabbinin emriyle dağları ve ovaları dolaşarak muhtaçlara ulaşmak için dolup coşmayı bekleyen derelerin, sararmış otlar arasında rızkını arayan kuşların ve böceklerin yerine koyun. Ve üzerinize düşen herbir yağmur damlasının lezzetini onlarla beraber hissetmeye çalışın. Yağmurun nasıl bir duaya nasıl bir cevap teşkil ettiğini o zaman anlarsınız.
Güneşin doğuşunu da seher vakti ağaçları cıvıl cıvıl tesbihatlarıyla dolduran kuşlarla, soğuk kovanın içinde büzüşen balarılarıyla, karanlığın çöküşünden sonra boynunu büküp kalmış günebakanla, kefenine bürünüp haşir müjdesini bekleyen yeryüzüyle beraber seyredin. Hergün, her an, güneş ışığının herbir foton partikülüyle dualara nasıl cevap yetiştirildiğini o zaman hissedersiniz.
Bir hastalıktan şifa bulduğunuzda, büyüklü küçüklü binlerce hastalığa müptelâ insanların ve hayvanların hepsinin birden şifâsını da kendi sevincinize ekleyin. Görünmeyen bir Şifa Vericinin duaları cevaplandırırken yeryüzüne yağmur gibi, güneş ışığı gibi her an nasıl şifa yağdırdığını o zaman hayal edebilirsiniz.
Acze düştüğünüzde, henüz dünyaya gözünü açmış insan ve hayvan yavrularının hepsiyle birden paylaşmaya çalışın aczinizi—doğar doğmaz annesiyle koklaşıp eliyle koymuş gibi memesini bulup yapışan fok yavrusuyla, yuvasında açlıktan bağrışıp duran kuş yavrularıyla, anneciğinin sıcak kesesinden dünyayı seyreden kanguru yavrusuyla, canavar anasının ağzından lokmasını alan aslan yavrusuyla... Ve, babasının mühimsemediği arzusuna Rabbinden cevap alarak yoğurduna kavuşan kız çocuğuyla!
O zaman anlarsınız koca dünyanın bütün zerreleriyle beraber nasıl bir dua fabrikası gibi çalıştığını, Âlemlerin Rabbine her an sayısız duaları sunmak için meleklerin birbiriyle ordular halinde nasıl yarıştıklarını, o dualardan herbirine sanki bütün kâinatın ettiği dua ondan ibâretmişçesine ehemmiyetle cevap verildiğini... Sonra, bir yandan duaları yetiştirmek için Arşa uçan, diğer yandan aldıkları cevaplarla yeryüzüne inen meleklerle semânın her an nasıl kaynaşıp durduğunu görür gibi olursunuz.
•••
Her an yeryüzünden dualar fışkırır, her an yeryüzüne cevaplar yağar. Hiçbir dua unutulmaz, hiçbiri kalabalıkta kaybolmaz. Çünkü onlar, herşeyi işiten ve herkesin her arzusuna cevap veren Birisine ulaşır. Sinek yaratmak gibi, dünyaları yaratmak da Onun kudretine zor gelmez. Bir kedinin rızkını vermek gibi Cenneti kullarına ikram etmek de Onun rahmet hazinelerinden hiçbir şey eksiltmez. O, kendisine dua eden kulunu sever. Dualara cevap vermekten bıkmaz. Israrla isteyenlerin ısrarları da Onu usandırmaz.
İşte biz, elimizi açtığımız zaman, biliriz ki, duamızı O işitir ve cevap verir. Çünkü cevap vermeyi Kur'ân'ında vaad etmiştir. Küçük büyük, gizli açık herşeyimizi Ona arz ederiz. Günlük ekmeğimizi istediğimiz gibi, ebedî Cennet sofralarını da Ondan isteriz. Kabre imanla girmeyi istediğimiz gibi, ayakkabımızın kaybolmuş bağını da Ondan isteriz. Bütün bunları isterken de, Âlemlerin Rabbiyle baş başa olmanın, Onunla sohbet etmenin, Ona güzel isimleriyle hitap edebilmenin, Onun tarafından dinlenilmenin ve duamıza Ondan cevap almanın hazzını yaşarız.
Bize dua etmeyi öğreten ve emreden ÂLEMLERIN RABBINE hamd olsun.
Eğer suyunuz tükenirse, size temiz suyu kim getirecek?"
Yazının başlığı, Mülk suresinin son ayetinden. Ayetin tamamı şöyle: "Sor onlara: Hiç düşündünüz mü; eğer suyunuz tükenirse, size temiz suyu kim getirecek?" (67:30)
Mülk suresinin önemine ve sık okunmasına dikkat çeken rivayetlerin tümü, "surenin anlamına" dönük olarak anlaşılmalıdır. Surenin önemi muhtevasından kaynaklanmaktadır. Ve bu muhteva içinde, böylesine mucizevi bir ihbar da yer alır. Öyle bir ihbar ki, 1400 yıl öncesinden muhtemel bir felaketi önceden ima ve ihsas ediyor:
"Eğer suyunuz tükenirse, size temiz suyu kim getirecek?"
Sahi, kim getirecek?
Soruyu soran vahiy, cevabı "Rahman olan Allah" biçiminde vermemizi istiyor. Neden Rahman? Zira su, onun sonsuz rahmetinin bir tecellisi. Onun sınırsız merhamet ve şefkatini temsil ediyor.
Daha düne kadar yağmurun adı işte bunun için "rahmet" idi. Sanki bizler yağmura rahmet dedikçe, yağmur da bizim için hep rahmet oldu. Yağmura rahmet demek, zımni bir duaydı sanki. Ne zaman ki yağmura "rahmet" diyen tasavvur gitti, yağmur yağdıysa zahmet oldu, yağmadıysa felaket oldu.
O soru orada duruyor: "Eğer suyunuz tükenirse, size temiz suyu kim getirecek?" Cevabımızın "O sonsuz merhamet sahibi" olmasını istiyor sorunun sahibi?
Su, işte bunun için azizdir. Zira "el-Aziz" olanın bir ikramıdır. Hayatı suya, suyu hayata o bağladı. İşte bunun için su verene "su gibi aziz ol" derler. Su, aziz diye sıfatlandırılır; zira her yerde bulunduğu halde değerinden hiçbir şey kaybetmez. Bu bağlamda Allah'ın El-Aziz olmasının manasını da varın siz düşünün.
"Nezzelna"nın anlamı "biz indirdik" demektir. Bu ibare, aynen hem vahyin indirilişi hem de suyun indirilişi için kullanılır. Vahiy mucizedir, su da öyle. Vahiy hayattır, su da öyle. Vahiy canlıdır, su da öyle. Şu var ki, vahiy çölleşmiş yüreklere hayat verirken su ölü toprağa hayat verir.
Suyun mucize, suyun hayat, suyun canlı olduğuna inanmayanlar için su molekülü, iki hidrojen bir oksijen atomundan oluşmuş bir kimyasal bileşiktir. Onlar için su H2O'dur. Sadece kimyasal bir formül.
"Hidrojen orda istemediğiniz kadar, oksijen de? Hadi ne duruyorsunuz, müminlerin gözüne soktuğunuz ne idüğü malum gelişmişliğinizle siz de yapıverin" deseniz, gözünüze bön bön bakmaktan başka yapacakları bir şey yoktur.
Suyun ilahi bir ikram olduğuna inanmazlar ki, suyun mucize olduğunu bilsinler. Suyun tıpkı ayet gibi "inzal edilmiş" olduğuna inanmazlar ki, onu okumayı kabul etsinler.
Bunu anlamayan, "Irmağın kenarında abdest alıyor olsan da suyu israf etme" diyen İslam'ın asil çocuklarını da anlamazlar. "Su ortaktır" diyen Peygamber'i de anlamazlar. Sahipsiz bir deveyi önce susuz bırakan, Allah'ın elçisi o devenin su içme hakkını savunduğu için ona hakaret eden ve deveyi de işkenceyle öldüren Semud uygarlığının, bu yüzden helak edildiğini de anlamazlar.
Bu yüzden onlara duayı anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur.
İlginç bir benzerlik; Mekke müşriklerinin de hayatlarında dua yoktu. Bir farkla ki onlar yağmuru Allah'ın yağdırdığına inanıyorlar, fakat onu uzak ve dünyaya karışmaz tanrı olarak tasavvur ediyorlardı.
Bunların hayatında da dua yok. Dua yok ama envai çeşit icad edilmiş seküler kutsallık var. Burç var, uğur var, uğursuzluk var, 13 rakamı var, yoğa var, transandantal meditasyon var, papaza okunma var, dilek var, Bayan Mataji'nin ayaklarını yıkama var, Anıtkabir'den istek isteme var, ölülerden medet umma var
Bunlar hurafe olmuyor, yağmur duası hurafe oluyor.
Size bir şey diyeyim mi: 'Yüreksel' kuraklık, küresel kuraklıktan bin kat daha beter. Topraklarımızdaki çölleşme ne ki? Asıl çölleşme bazılarının yüreklerinde. İnkâr her çağda ve her zamanda oldu, olacak. Ancak inkâr, adı üstünde inkâr olduğu için inkâra davet edilmez. Çünkü inkar "yok" ile özdeştir ve yoka davet olmaz. Fakat bizdeki inkârcı güruh yoka davetle de yetinmeyip, varı yok etmeye çalışıyor. Galiba başımıza gelen en büyük felaket de bu.
İlahi kelam öyle diyor: "De ki: Duanız olmasaydı, Rabbim size ne diye değer verecekti ki?"
Neymiş? Dua bir değer meselesiymiş? Değer düşmanlarından, duanın değerini anlamalarını nasıl bekleyelim?
Şu yağmurlu günlerin birinde, şemsiyeyi bir tarafa atarak öylece çıkın yağmurun altına. Sonra kendinizi, kurumuş ağaçların, susamış çiçeklerin, filiz verip Rabbinin nakışlarını göstermek için can atan tohumların, Rabbinin emriyle dağları ve ovaları dolaşarak muhtaçlara ulaşmak için dolup coşmayı bekleyen derelerin, sararmış otlar arasında rızkını arayan kuşların ve böceklerin yerine koyun. Ve üzerinize düşen herbir yağmur damlasının lezzetini onlarla beraber hissetmeye çalışın. Yağmurun nasıl bir duaya nasıl bir cevap teşkil ettiğini o zaman anlarsınız.
Bunu yaşarsanız anlarsınız. Eğer bu hissi duymayan varsa mutlaka denesin. Paylaşımın için teşekkürler...