Köpek (Canis lupus familiaris), köpekgiller (Canidae) familyasından görünüş ve büyüklükleri farklı, 300'den fazla evcil çeşidi olan etçil hayvan.
Bilimsel sınıflandırma
Alem: Animalia (Hayvanlar)
Şube: Chordata (Kordalılar)
Sınıf: Mammalia (Memeliler)
Takım: Carnivora (Etçiller)
Alt takım: Caniformia (Köpeğimsiler)
Familya: Canidae(Köpekgiller)
Oymak: Canini (Asıl köpekler)
Cins: Canis
Tür: C. lupus
Alt tür: C. l. familiaris
ÖZELLLİKLERİ
Başı az uzun, üst çenede üç, alt çenede dört kesici diş bulunur. Ön ayakları beş, arka ayakları dört parmaklıdır. Tırnakları kedi gibi çekilebilme özelliğinden mahrumdur.Sevecen hayvanlardır.En sadık evcil hayvanların başında gelir.Bazı türleri , sahibini korumak uğruna herşeyi yapabilecek kadar sadıktır. Köpekler çok kesici dişlere sahiptir.Bu dişler sayesinde sahibini ve kendisini koruyabilir. Bunun yanında eğitilmemiş bazı köpekler de insana zarar verebilir
ÖRÜMCEKLER (Araneidae), sekiz bacaklarından ve bölütsüz iki kısımdan: Sefalotoraks'la bel gibi dar bir kısımla ona bağlı karından meydana gelen vücutlarından tanınırlar. Bu bel bir milimetreden çok ince olmakla beraber, örümceğin sinir sistemi, sindirim kanalı,kan damarları ve solunum sistemi buradan geçer. Gözler ve kıskaçlar, duyarga ayaklar ve bacaklar gibi organlar sefalotoraks'ın üzerindedir. Karın bölgesi oldukça yumuşaktır. Alt yüzeyinde solunum delikleri, ipeğin çıktığı meme başlan ve anus ile tenasül delikleri yer alır.
Örümceğin sekiz gözü sefalotoraks'm önünde iki veya üç yol üzerine dizilir. Yuvarlak küçük mercimeklere benzeyen bu gözler, osel denilen sade gözlerdendir. Yüzeyleri böceklerin çoğunluğuyle ileri kabuklular'daki gibi sayısız küçük fasetalara bölünmüş değildir.
Kıskaççıklar, örümceğin en önemli organlarmdandır. Ağzın önündeki bu oynak çengellerin ucu son derece serttir, yanlarında ise, zehir bezinin salgısının boşalmasına mahsus minik bir delik bulunur. Kıskaççıklar çift olduğundan, örümceğin ısırığı, birbirine çok yakın iki ufak delik seklinde kendini gösterir ve bu bakımdan, daima bir iğne tarafından açıldığı için, tek olan böcek sokmalarından ayrılır. Kıskaççıklar aynı zamanda birer çalışma aletidir.Örümcek bunlarla, avlarını tutar, inini kazar ve öteberi taşır.
Örümceklerin ağzının da çenelerden, damaktan ve çene ayaklardan yoksun olmak özelliği vardır. Yanlışlıkla bazen «çene» diye adlandırılan duyarga ayaklar, adları üzerinde birer duyarga ve erkeklerde çiftleşme organıdırlar. Örümceğin bacakları hakkında, her birinin yedi bölütten meydana geldiğinden ve sonuncunun iki veya üç pençesi olduğundan başka söylenecek mühim bir şey yoktur. Bu ayaklar genellikle örümceğin yürümesine ve koşmasına, bazen atlamasına ve yüzmesine yararlar. Tarak biçiminde iki pençesi olan son çift, ağm yapımında vazife görür.
Örümceğin karnının alt yüzeyindeki solunum deliklerinin ikisi veya dördü, akreplerinkine benzer yapraksı akciğerlere açılır. Yalnız iki akciğerin bulunması halinde, ayrı iki solunum deliği de böceklerinkinden farklı olmayan dallı soluk borularına bağlıdır.
Tenasül deliği, solunum deliklerinin arasında, yani karnın ön kısmındadır. Böceklerde bunun tam tersine onu karnın arkasında, anus'a komşu olarak göreceğiz. Karnın arka kısmı genellikle altı tane olan çeşitli uzunluklardaki eklemli meme başlarına bırakılmıştır. İpek bezleri karnın içinde olup incecik kanallarla delik deşik meme başlarının ucuna bağlanırlar. Örümceklerin kalbi de karın bölgesindedir.
Örümceklerin beslenme tarzları hakkında bilinenler şunlardır: Yemek boruları kılcal olduğundan, ancak sıvılar ve sıvımsı bulamaçlarla beslenebilirler. Bunun için de ya avlarını ağızlarına bastırıp limon gibi sıkmak, ya da iç sıvılarını emmek zorundadırlar. Bunun için, İli iş olarak, avlarına, bütün organlarını eritecek bir sindirim diyastazı zerkederler. Sıvısı emilen avdan geriye bir deri kalır ki örümcek bunu yemeyerek atar.
Yakut mitolojisinde, kötülükleri simgelediklerine inanılan ve korunmak için kendilerine kurbanlar sunulan, kötü ruhlara verilen ad. Abası; Orta ve Batı Türklerinde Albastı, Alkarısı; Osmanlı metinlerinde Albız; Uranha-Tuba Türklerinde Albis; Altay Türklerinde Almış ismini alan karakteristik bir Türk motifi olan karşımıza çıkar.
Abra (Abura)
Abra, Altay şamanlığında, yeraltındaki büyük denizde (Tengiz) yaşadığına inanılan, Erlik hizmetlisi, timsah biçimli efsane yaratığı. Abura diye bir söylenişi de vardır. Yeşil bir kumaştan yapılmış ve örgülerle süslenmiş Abra'nın tasviri, şamanın giysisine asılır. Abra'nın başı puhu tüyleri (ülberk) ile süslenir. Gözü, parlak bakır düğmelerden, ayakları da genellikle kırmızı kumaşlardan seçilmiş yamalardan yapılır. Bunlara, örülmüş dokuz püskül eklenir.
Kız Kumu Efsanesi
Yöre: Muğla, Marmaris
Eski zamanlarda, civârın kralının kızı ile bir balıkçı, birbirlerine aşık olmuş. Ancak; kral kızı, balıkçıya varamazHâl böyle olunca, kız ile delikanlı gizli gizli buluşuyorlar tabii
Kral baba, bunu zaman içerisinde öğrenir ve bir gece takip ettirir kızını Derler ki; balıkçı, denizden geliyor, kız kumsalda onu bekliyor, bulunduğu yeri ışıkla işaret ediyormuş delikanlıya Ve kral kızı ile delikanlı, gün ağarana kadar aşk oyunları yapıyorlarmış birbirlerine
Kral, bir gece askerlerine kızını yakalamalarını ve kumsalda ışıkla balıkçıya işaret göndermelerini emreder. Delikanlı, ışığı görünce atlar kayığına ve kürek çeker bir manga askerin üzerine doğru Kız, askerlerin elinden kurtulur ve koşmaya başlar sevdiğini kurtarabilmek için; ama koyun tâ öbür ucuna yetişmesi imkansızdır Ama sevdâ bu; kural falan dinlemez. Atar kendini sulara İşte o anda bir mucize gerçekleşir! Kızın adım attığı her yer kumsala dönüşürken peşinden koşan askerler bastıkça denize gömülürler onca ağırlıklaKız, kayığa kadar koşar Ancak bir okçu, tam o anda delikanlıyı hedefleyip salar okunu Heyhat! Kız ile delikanlı, birbirlerine sarılmışlardır bile ve ok gelip kızla buluşuyor Derler ki; o kumlar, kızın kanı denize karışınca kırmızıya boyanmış Delikanlıysa aldığı gibi gider kızı, sonrasını ne gören vardır ne de duyan!
Girit Adası' nın Kralı Minos, Minotauros denilen canavara birkaç sebepten ötürü çok içerliyordu. Üstelik içerlemekte de son derece haklıydı...
Kraliçe Pasiphae, bir boğaya aşık olmak gibi garip tutkuya kapılmış, sonra da Minotauros denilen bu korkunç canavarı dünyaya getirmişti. Bu iğrenç vücutlu, boğa kafalı Minotauros, kral ailesinin bütün huzurunu kaçırmış, ortalığı birbirine katmıştı. Hiç değilse rahat dursa, çevresine zarar vermese yine bir derece!.. Bizim boğa başlı canavar kalkmış, her dokuz senede bir, yedi delikanlıyla yedi genç kızın kendisine kurban edilmesini şart koşuyordu. Bu nedenle onu hapsetmek, hem de hiç kaçamayacağı bir yere kapatmak gerekiyordu.
Minos, bu canavarın bütün kaçış olanaklarını ortadan kaldırmak için, Daidalos adında Yunanlı usta bir mimarı çağırttı. Daidalos ve oğlu İkaros, içerisi karmakarışık yollarla, çıkmazlarla dolu, zikzaklı koridorlarla birbirine bağlı birçok odadan ibaret bir kale inşa ettiler. Bu kalenin yapısı öylesine karışıktı ki; içerisine giren, çıkış yolunu bir daha bulamıyor, yolunu ararken ya yorgunluktan düşüp ölüyor ya da Minotauros' un kurbanı oluyordu.
Tabii bu esnada boğa başlı canavar da aynı şekilde, çıkış yolunu bulamadığından kaçamıyordu.
Daidalos' un inşa ettiği Labyrenthos adındaki hapishane öyle olağanüstü, öyle eşi benzeri görülmemiş bir eserdi ki; o tarihten beri, yol bulmakta güçlük çekilen karmaşık yerlere hep "labirent" adı verildi.
Bu şeytanca bir buluştu... Lâkin Daidalos' a sinirlenen Minos, belki de bina yapısının sırrını kimse öğrenemesin diye Daidalos ile oğlunu da Labyrenthos' a kapattırdı. Mimar kendi yapısının çıkış yolunu, kendisi dahi bulamadı. Zaten bulsa bile kale o kadar iyi korunuyordu ki, hiçbir yere kaçamazlardı.
Eğer Daidalos, kendisi ve oğlu için kanat yapmayı akıl etmeseydi, herhalde ikisi de hayatlarının sonuna kadar orada kalacaklar ve orada öleceklerdi. Baba oğul, uçan kuşlardan kopan ya da yanlarına konan kuşlardan kalan tüyleri biriktirdiler. Sonra bu tüyleri balmumuyla birbirlerinin kollarına ve omuzlarına yapıştırdılar.
Birkaç denemeden sonra baba oğul kanatlarını çırparak üzeri açık labirentten havaya yükseldiler, kalenin ve Girit Adası' nın üzerinden uçarak geçtiler, denize yönelerek memleketleri olan Yunanistan' a doğru yola koyuldular.
Neticede Daidalos ülkesine sağ salim ulaştı... Lâkin kanatlarından pek gurur duyan genç İkaros, güneşe kadar uçmak istedi. Haklısınız, doğrusu bence de fazla abarttı. Ne yazık ki güneş ışınlarının sıcaklığı, yaklaştıkça balmumunu eritti, kanatlar koptu ve zavallı İkaros denize düşerek boğuldu! Düştüğü denize İkarion Denizi (Sisam Adası'nı çevreler) denmesinin bu efsaneyle yakın ilgisi vardır.
Bu öykü, güneşin dünyaya yakın olduğuna inanılan çağlardan kalma, çok eski bir efsanedir. Bugün hepimizin bildiği gibi insan havada yükseldikçe sıcakla değil, tam aksi, soğukla karşılaşır; dağcılar hemen hemen her gün bunun denemesini yaparlar.
İnsanoğlu her çağda başka dünyaları keşfetmek için kendisini yeryüzüne bağlayan bağları koparmak ya da başka bir deyişle, gökyüzüne yükselmek, uçmak istemiştir. Tarihte birçok insan İkaros'u taklit etmeye çalışmıştır, lâkin asıl başarılı uçuş denemelerinin gerçekleştiğini görmek için 18' inci yüzyılın sonuna kadar beklemek gerekmiştir.
Bu efsane, aşırı tutkulara karşı bizleri uyardığı için, aynı zamanda "bilgelik örneğidir" denebilir. Her kim İkaros gibi güneşi yâni ulaşılamayacak bir şeyi ele geçirmek isterse, bir gün onun da kanatları yanacak ve o da düşecektir!
Diyarbakır Kalesi Efsanesi
Yöre: Diyarbakır
Hz.Yunus, Musul'a yerleşip o ülkenin halkını dine davet etmiş. Fakat kendisine hiç inanan olmamış. O da Musul'un halkına beddua edip oradan ayrılmış ve gelip Diyarbakır'a yerleşmiş. Diyarbakır halkı, ona inanmış Hz. Yunus da onlara; "İliniz mamur halkınız her zaman sevinçli olup bütün çoluk çocuğunuz asil ve olgun olalar." diye hayır dua ederek Nefs kayası denilen yerde bir mağaraya yerleşip orada yedi yıl oturmuş. O sırada Diyarbakır'da Amalak kızlarından olan, güzel bir kız hükümdarmış. Hz.Yunus'un önerisiyle Diyarbakır kalesini siyah granit taşlardan yaptırmış. Acem tarihçileri, bu nedenle buraya Diyar-ı Bikr (Bikr Diyarı) Kız şehri demişler.
Diyarbakır kalesiyle ilgili başka bir anlatı da şöyledir:
Diyarbakır kalesi ile Harput kalesi, iki kardeş tarafından aynı anda yapılmıştır Diyarbakır kalesinin harcı, yumurta akıyla; Harput kalesininki ise sütle karılmış. Sürülerle sağılan koyunların sütleri, dereler halinde akıtılarak kalenin yapıldığı yere getirilmiş. O zaman yumurtanın da bini bir paraymış. Bu iki kardeş, yaptıkları kaleleri bitirdikten sonra ölümsüzlük suyundan içip uzun bir uykuya dalmışlar. Arada bir uyanıp; "Diyarbakır surları yıkıldı mı, Harput kalesi duruyor mu?" diye kalelerin yerinde durup durmadığına bakar, sonra yine uyurlarmış.
Çayda Çıra Efsanesi
Yöre: Elazığ
Elazığ halk oyunlarının incisi çayda çıra oyunu, elde tabaklara konan mumlarla karanlık bir mekanda başlanarak oynanır. Elazığ'ın ulusal ve uluslararası tanıtımında büyük rolü ve âdetâ simgesi olan bu halk oyunun doğuşu hakkında çeşitli efsâneler anlatılır. Bu efsanelerden en yaygını şöyledir:
Uluova'yı ortadan ayıran Haringit Çayı'nın kıyısında kurulu bir köyde, düğün vardır. Bu köyün ileri gelenlerinden birinin oğlu evlenmektedir. Yenilir, içilir, günlerce eğlenilir. Artık düğünün son gecesidir. Eğlence, olanca coşkusu ve güzelliği ile devam etmektedir. Aniden, ay tutulur. Bu olay, pek hayra yorumlanmaz. Düğüne katılanlar, bunu uğursuzluk olarak yorumlarlar. Davetliler, tedirgin olurlar. Düğünün neşesi kaçar, coşkusu donar. Damadın annesi Pembe Hatun, bu duruma çok üzülür. Ne kadar mum varsa köyde toplatır, tabaklara dizer ve orada bulunanların ellerine tutuşturur. Kendisi de başa geçerek mumların ışığında oynamaya başlar. Çalgıcılar, hemen bu oyuna uygun müzik bulurlar. Davetliler coşar, eğlence devam eder. Böylece, çayda çıra oyunu ve melodisi ortaya çıkar.
Destan, 15. yüzyıl ile 17. yüzyılın ilk yarısı arasındaki dönemde Moğollar'ın Oyrat kabilesinin yaşadığı bölgede ortaya çıkmıştı. "Oyrat" kelimesi, Moğolca'da "ormanın kabilesi" anlamına gelir. Oyratlar, Çin'in Xinjiang Özerk Bölgesi'nde yer alan Altay Dağları'nda yaşamışlardı.
Destanın baş kahramanı Cangır, iki yaşındayken Mongus adlı acımasız bir kabile reisinin saldırısında anne-babasını ve yuvasını kaybeder. İntikam almaya karar veren Cangır, üç yaşındayken Arenzan adlı doğaüstü güce sahip bir ata inerek düşmanlarla savaşmaya başlar. Cangır, yedi yaşındayken kazandığı başarılar nedeniyle Bomuba bölgesindeki halk tarafından Han seçilir. Yenilgiyi kabul etmek istemeyen Mongus, Bomuba hanlığına sık sık saldırır. Cangır, 35 güçlü komutanı ve 8 bin cesur askeriyle hanlığını korumayı başarır ve ismini Moğolların 44 hanlığına duyurur. Verdiği çetin mücadeleler sonucunda Cangır, olağanüstü yeteneğiyle bir "İdeal Ülke" kurar. Ülkesindeki halk 25 yaşındaki gençliğini her zaman korur, dört mevsimi her zaman yemyeşildir ve her yer neşe doludur. Kış mevsimi yaşamayan bu ülke, her zaman bahar havasıyla doludur; yaz olmayan bu ülke her zaman sonbaharın bolluğuyla geçinir.
Destanda şu satırlar yer alıyor: "Bomuba'da kış ve soğukluk yok, dört mevsim ilkbahar güneşiyle parlar; acı ve ölüm yok, herkes gençliğini sonsuza kadar korur; yoksulluk yok, yalnızca zenginlik ve refah var; kimsesiz çocuk ve dul yok, yalnızca canlılık var; kargaşa ve panik yok, yalnızca mutluluk ve huzur var; değerli hayvanlar dağlarda oynar, sığır, koyun, at ve develer bozkırı doldurur; rüzgarlar hafifçe eser, yağmurlar toprağı besler."
Bir uzun kahramanlık destanı olan Cangır Destanı, kahramanların kişiliklerinin tasviri bakımından son derece başarılıdır. Örneğin, Destanda Cangır'ın acı dolu çocukluğu ve çetin mücadeleleri defalarca anlatılmakla, akıllı, cesur, yetenekli, kabile üyeleri tarafından candan sevilen ve ülkesi için her şeyini feda eden bir kahraman imajı çizilir. Diğer bir örnek olarak büyük kahraman Hongur'la ilgili anlatımı gösterebiliriz. Destanda Hongur hakkında şunlar anlatılıyor: Hongur, "Moğolların 99 özelliği"ni bir arada toplar; bozkırlarda yaşayan kahramanların bütün seçkin kişiliklerini sergiler; halkına sonsuza kadar sadık kalır, düşmanları nefret eder; dağ kartalı gibi cesur, hiçbir zaman boyun eğmez ve iradelidir; Bomuba için ölümü bile göze alır. Hongur için anlatılan bu özellikler, aslında Moğolların çalışkanlığı, kararlılığı, kahramanlığı ve savaşçı karakterlerinin toplu ifadesidir.
Destanda Altay Dağları'nın görkemliliği ve Oyratların yaşam ortamı bu milletin özellikleri katılarak ayrıntılı şekilde anlatılıyor. Bununla birlikte destanda Moğolların özgün karakterleri ve estetik anlayışı da açıkça görülebiliyor. Başka bütün destanlarda olduğu gibi, Cangır Destanı'nın milli özellikleri de dil kullanımında kendini gösterdi. Destanda Oyratların zengin halk konuşma dillerine, eski türkülerine, tebrik ve övgü sözlerine, deneyim ve atasözlerine yer verildi, aynı zamanda düz anlatım, abartma ve benzetme gibi yöntemlere de baş vuruldu. Örneğin destanın Cangır'ın düğünü öncesiyle ilgili bölümünde "Cangır, evlenme teklifinde bulunan 49 kızı reddederek, 16 yaşındaki Prenses Aga Şabdella'yı seçti" sözleri defalarca tekrarlandı.
Klasik Moğol edebiyatının zirvesi olan Cangır Destanı, daha sonraki Moğol edebiyatı üzerinde derin etki yaratmıştı. Cangır Destanı, bugün Çin hükümetinin öncelikli himayesi altında bulunan kültür miras konumundadır.
Ali Göl Efsanesi
Yöre: Elbistan / Kahraman Maraş
Nurhak dağlarının tepesindeki krater gölü, yörede oli Gol olarak anılır. Göle "ALİ" adını veren yöre halkı, bu ismi bir efsaneye dayandırır, söylenceye göre; yörede yaşayan Ali adlı çoban, beyin kızına sevdalanır, kız da çobanı sevmektedir. Bey, günün birinde durumu öğrenir, çobanı çağırtır, Nurhak Dağları'nda bir kış geçirirse kızını ona vereceğini söyler. Çoban, atını dağa sürer, günümüzde Ali Göl' ün çevresindeki bir mağaraya sığınır. Bir süre dağ koşullarına dayanır; ama sonra ölür.
Rivayete göre sığındığı mağaranın duvarlarındaki yazılarda Çoban Ali'nin ölüm nedeni şöyle açıklanmaktadır; "Açlıktan, susuzluktan değil, dağların uğultusundan öldü." İnanışa göre mağaranın önündeki oyuk taş Çoban Ali'nin atının yemliğidir. O günden sonrada mağaranın yakınındaki göle ALİ GÖL'ü denir.
Dede Korkut hikayede kimsenin göremediği ama çaldığı kopuz sayesinde insanları İslam'a çağıran bir kişiliğe sahiptir. Dede Korkut'u görmek ümidiyle 39 kız anlaşır. Bu 39 kızla beraber Dede Korkut'u görmek isteyen Aksak Kız da gitmek ister. gerçekten de bir ayağı aksayan bu kızı istemezler yanında. 39 kız yola çıkar. Arkalarından Aksak Kız da yola çıkar. Kopuz'un sesinin geldiği yöne doğru gitmeye başlarlar. Aşırı soğuk yüzünden bu kızlar yolda can verirler. Göremezler Korkut Ata'yı ama yanlarına almadıkları Aksak Kız her şeye rağmen yoluna devam eder. Kopuz sesinin bittiği yerde Jelyaması'nın (bir tür seccade) üstünde oturan Dede Korkut'u görür ve muradına erer. Kopuz sesini işitmeye başladığı zaman can verir artık o da oracıkta.
ULU CAMİ MİNARESİ VE KARADUT AĞACI
Ulu camii bahçesinde bir kandil akşamı iki arkadaş oturmaktadır. Bazı sesler duyan arkadaşlardan biri şöyle der korkuyla: caminin bahçesinde mihrabın hemen önünde bulunan dut eğacı eğilip kalkıyor secde ediyor.
Diğer arkadaş hayretle: ben de minareyi eğilip kalkarken gördüm der. iki arkadaş korku içinde oradan uzaklaşırlar ancak sırları ortaya çıkan minare ve ağaç eğik secde halinde kalırrlar.
Minare sonradan onarılsa da yine eğilmiştir gelip eğik minareyi ve karadut ağacını ziyaret edebilirsiniz
HAZAR GÖLÜ( HAMİLE DAĞ) EFSANESİ
Çok eskilerde buralarda yaşayan hamile bir kadın varmış. Dönem kıtlık devri kadın bir köye gitmiş mis gibi ekmek kokuları çarpmış burnuna.Dayanamamış oradki evlerden ekmek istemiş ama çok cimri olan bu köy halkı ekmek vermemiş bunun üzerine kadın elini evlerin eşiğine koyup "inşallah bu köy su keser ben de taş keserim" diye beddua edince allah duasını kabul eder ve köy sular altında kalır. kadın da dağa dönüşür. hazar baba olarak da bilinen bu dağ elazığ'ın her yerinden görünürve gerçektende saçları yüzü karnı ayakları hatta elbisesinin kırışıklarıyla tam bir kadın görünümündedir .Batık şehir hakkında da çalışmalar yapılmaktadır sular çekilince zaman zaman şehir ortaya çıkar EVLİYA ÇELEBİ buranın ticaretle uğraşan gayri müslim bir köy olduğu ve kilisesinde mumyalanmış bir eşek olduğunu eserinde belirtmiştir.