ARAFAT DAĞIDA BİR YÜCE DAĞDIR İNAN PEYGAMBERİM ÖLMEDİ SAĞDIR RAVZASINA VARDIM GÜLİSTAN BAĞDIR SENİ ZİYARETE GELDİM EFENDİM BİR NAZAR ALMAYA GELDİM EFENDİM SANA GELİRKEN BENİ GÖRMÜŞLER YOLUMUN ÜSTÜNE PUSU KURMUŞLAR HAİN NEFSİM CAN EVİMDEN VURMUŞLAR BU NEFSİN ELİNDEN BIKTIM EFENDİM BİR NAZAR ALMAYA GELDİM EFENDİM SANA GELİRKEN KOLUM KIRILDI ÇOK AĞLADIM YAŞIM SEL OLDU BENİM HAİN NEFSİM ŞEYTAN İLE BİR OLDU VURDU CAN EVİMDEN MEDET EFENDİM BİR NAZAR ALMAYA GELDİM EFENDİM NASİHAT EYLEDİN SÖZÜN TUTMADIK BİZE GÖSTERİLEN YOLA GİTMEDİK BÜLBÜL OLUP DOST BAĞINDA ÖTMEDİM SENİ ZİYARETE GELDİM EFENDİM BİR NAZAR ALMAYA GELDİM EFENDİM Abdurrahman Önül Tekrar Editlencek ..
Sevdalar buruk insanlar curuk
Sende masum olsaydin keske Derin kederlere sal beni
Canin sagolsunda kir beni
Sevdamizi yagumura yazdim
Bir serce dursurken gor beni
Kayan yildizlara say beni
Vatan gemileri koy beni
O vefasiz tas yuregime
Bir ciglik kopartirken duy beni.
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Muhammed Ma'sûm Fârûkî'nin torunlarından Şeyh Muhammed İsmâil'in ikinci oğludur. Doğum târihi belli değildir. 1748 (H.1161) senesinde doksan yaşını geçmiş olduğu hâlde, Ramazân-ı şerîf bayramı gecesi vefât etti. Tasavvufta pek yüksek derecede olup, Kutb-ül-aktâb idi. Tasavvufta yüksek derecelerden olan Kayyûmluk, gavslık ve kutbluk makamlarına sâhipti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu olması sebebiyle asâletten ve yüksek derecelerden pay almıştı.
Kutb-ül-aktâb ismi ile meşhûrdur. İmâm-ül-evliyâ da denir. Yıllar önce İmâm-ı Muhammed Ma'sûm Fârûkî, Kayyûm-ı zamân olan büyük oğlu Muhammed Sıbgatullah'a buyurmuştu ki:
"Senin neslinden çok yüksek bir oğul dünyâya gelecektir. İster oğlun, ister torunun olsun. O dünyâya gelince, onu beni temsil eden kimse biliniz ve benim ismimi veriniz. Çünkü Müceddidî ve Mâsûmî yolunun asâleten vârisi o olacaktır. Onun feyz ve bereketi kıyâmete kadar evlâd ve müntesiblerinde (onun yolunda bulunanlarda) devâm edecektir. Bu yolumuzu, o kuvvetlendirecek, başka bir îtibâr verecektir."
Daha dünyâya gelmeden önce hakkında bildirilen bu müjde; kendisinden yıllar sonra dünyâya gelecek olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'yi müjdeleyen, medheden Bâyezîd-i Bistâmî'nin müjdesine benzemektedir.
İlmi, babası Muhammed İsmâil'den öğrendi. Aklî ve naklî ilimlerde arkadaşları arasında birinci oldu. Yirmi yaşında tahsîli bitirip, dedesi Kayyûm-ı zamân Muhammed Sıbgatullah'ın huzûrunda, kalbe âit nûrları elde etmeye başladı. Kısa zamanda tasavvufda çok yüksek derecelere kavuştu. Kemal dereceye erişti ve yetiştirici hallere yükseldi. Yüksek dedesinden mutlak hilâfet aldı ve bu nurlu yolu cihâna yaymaya başladı. Çok kimse onun vâsıtasıyla yüksek mânevî derecelere kavuştu. Sohbetinde ve meclislerinde, binlerce talebe toplanırdı. Mirzâ Ömer Hân, HâceNizâm, Hâce Hudrî ve HâceHabîbullah talebelerinin önde gelenleridir. Bu dört talebesi vâsıtasıyla pekçok kimse tasavvufta yetişip, kemâle gelmiştir.
Gulâm Muhammed Ma'sûm' un talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Peşâver âlimlerinden biri, talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri ile ilmî münâzara yapmak üzere huzûruna gelmişti. Huzûruna girince, bütün ilmini birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma'sûm ona, talebelerin oturduğu yere geçmesini işâret etti.Tek kelime konuşamadı. Sonra meclisinden kalkıp gitti. Gulâm Muhammed Ma'sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden öğrendi. Bir gün yine aynı niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince, öğrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazırlanıp, kitaplarını da yanına alıp huzûruna gitti.Bu sefer de bildiklerini unuttu. Götürdüğü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadı, okumayı dahî unuttu. Bu durum karşısında talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma'sûm'un huzûrunda özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliğe kabûl etmesini arz etti. Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma'sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken, falan falan bahisleri ezberlemiştin. Bâzı sorular da hazırlamıştın. Bu soruların cevâbı şöyle şöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap verdi. Sonra onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta yetiştirerek kemâle ulaştırdı ve icâzet, diploma verdi."
ARTIK OĞULLARIMDAN İSTEME
Umdet-ül-Makâmât kitâbının müellifi, Gulâm Muhammed Ma'sûm'un bir talebesinden naklen şöyle anlatmıştır: "Hocam Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretlerinin vefâtına yakın bir zamanda, ziyâretine gitmek üzere köyümden yola çıktım. Giderken iki rub'iyye (Hindistanda kullanılan para birimi) mikdârındaki parayı hocama vermeyi adamıştım. Yoldayken hocam bana rüyâmda;
"Yarın fıtr bayramı gecesidir. Kabrime gel orada bir kişi bulursun. Benim ona iki rub'iyye borcum vardı. Adadığın o iki rub'iyyeyi ona vererek borcunu öde" buyurdu. Yolculuğumu tamamlayıp hocamın şehrine girince, hocam Gulâm Muhammed Ma'sûm'un vefât ettiğini öğrendim. Hemen kabrine gidip ziyâret ettim. Kabrinin yanına varınca orada birisini gördüm. Bana dedi ki: "Bu zâtın bana iki rub'iyye borcu vardı, oğullarından isteyeceğim." Ben nezrettiğim iki rub'iyyeyi çıkarıp ona verdim. "Artık oğullarından isteme." dedim.
Anadolu velîlerinden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. On dokuzuncu asrın sonlarında yaşamıştır. Tasavvufta Mustafa Sâfî Efendinin derslerinde ve sohbetlerinde kemâle erdi. Hocasının vefâtından sonra yerine irşad insanlara doğru yolu gösterme, anlatma vazîfesi yaptı. Mustafa Sâfî Efendi için bir menâkıbnâme yazan Halil İbrâhim Efendi, Geredeli Abdullah Efendiden de bahsedip şöyle yazmıştır:
Sâfî Efendinin bir halîfesi de Gerede kasabasından Abdullah Efendidir. Sâfî Efendinin sohbetlerinde kemâle erip, akranını geçmiştir. Bu zâtın medrese tahsîli de yok idi. Fakat tasavvufta kazandığı kemâl derecesiyle hangi ilimden bahs açılsa, o hususta bilgi verir, sorulan suâlleri cevaplandırırdı. Zamânının meşhûr müderrislerinden Çankırılı Muhammed Ağa bir gün Abdullah Efendi ile ilmî mevzûlara dalmıştı. Hangi ilimden, mevzudan ve usûlden ne öğrenmiş ve ne biliyorsa, Abdullah Efendi ona hepsinden bahisler açıp izahlar yaptı. Sorduğu suâlleri birkaç cevapla gâyet ilmî bir şekilde cevaplandırdı. Bu işin kerâmetle olduğunu anlayan müderris, derhal ona intisâb edip, talebesi olmuşdu. Abdullah Efendiye intisabından sonra dâimâ; "Bizim ilmimiz birkaç cevaplık imiş." derdi.
Mustafa Sâfî Efendi vefâtından on gün önce bu halîfesi Abdullah Efendiyi huzûruna çağırıp, bütün talebelerinin yanında şöyle vasiyet etti: "Bundan sonra işte bu Abdullah Efendi sizin şeyhinizdir. Kendisi ârif, kâmil, mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilendir. İlm-i zâhirde ümmîdir. Fakat ilm-i bâtında benzeri yoktur. Sizin yanınızda ben nasıl isem, o da öyledir." Bu vasiyeti üzerine bütün talebesi ona intisâb edip bağlandı. Hattâ Sâfî Efendinin vefâtından îtibâren altı ay müddetle büyük kalabalıklar hâlinde talebe olmaya gelenlerin arkası kesilmedi. Dört binden ziyâde kimse ona intisâb etti.
Mustafa Sâfî Efendinin kerâmet ehli çok talebesi var ise de Abdullah Efendiden ve Yûsuf Efendiden başkasına icâzet vermemiştir.
Talebelerinden Şeyh Osman Efendi de tasavvufta hayli yol almış, hilâfet derecesine yaklaşmıştı. Ancak hocalarının emri gereği onun da Abdullah Efendiye teslim olması gerekiyordu. Şeyh Osman Efendi hocası Mustafa Sâfî Efendinin vefâtından sonra bir müddet Abdullah Efendiye teslim olmadı. Bir defâsında ikisi birlikte hocaları Mustafa Sâfî Efendinin kabrini ziyâret için türbesine gittiler. Ziyâret sırasında hocaları Mustafa Sâfî Efendi onlara görünüp, Şeyh Osman Efendinin elinden tutarak Abdullah Efendiye teslim etti ve; "Bunun kusuruna bakma." diyerek iltifât gösterdi. Bu hâdiseden sonra Osman Efendi de talebesi oldu. Abdullah Efendinin vefâtından sonra yerine Şeyh Halil Rahmi geçti. Şeyh Osman Efendi ona intisâb etti ve bu zâtın halîfesi oldu. Hocası tarafından İzmit'te insanlara yol gösterme ile vazîfelendirildi.
Abdullah Efendi, Sâfî Efendinin yerine insanlara rehberlik için irşâd makâmına geçince, kendisine tasavvufda yüksek bir derece olan kutbiyyet makâmı ihsân edildi. Abdullah Efendinin çok kerâmetleri görülmüştür. Dînin emirlerine uymakta son derece gayretliydi. Bir gün abdest alırken başını kaplama mest ettiğini gören İbrâhim Hilmi Efendi dörtte birini de meshetseydiniz, câiz olurdu diye söyleyince; "Ben ömrüm boyunca böyle başımın tamâmını meshetmişimdir." diye cevap verdi. Bütün ibâdetlerinde takvâ üzere idi. Daha önce Gerede'de medfûn Şeyh Hacı Halil Efendinin sohbetlerine devâm ederdi. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış idi. Bu derecede iken hocası Hacı Halil Efendi vefât edince, istiğrâk hâlinde kendinden geçmiş bir vaziyette kaldı. Daha sonra Bolu'ya gidip, Hacı Mustafa Sâfî Efendiye hâlini anlatıp, onun talebesi oldu. Onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta erbeîn denilen ve kırk gün bir yerde kalmak olan çile yaptırmak için onu bir odaya koydu. Abdullah Efendi erbeîne girince, önceki halleri tamâmen kayboldu. Tasavvufa yeni başlamış talebe gibi oldu. Bu hâline şaşıp, üzülerek gece gündüz ağlamaya başladı. Böylece otuz beş gün geçti. Bu çileye girmesi sebebiyle hallerini kaybettiği kanâatine vararak çıkıp kaçmak istedi. Dergâhtaki talebelerden bâzıları farkına varıp onu bu kararından vazgeçirmek için; "Erbeîni tamamla ondan sonra gidersin" diyerek kalmaya râzı ettiler. Otuz dokuzuncu günü tasavvuf yolunda yeni ilerlemeye başlayan bir talebede hâsıl olan haller gibi önce tecellî-i ef'al, sonra tecellî-i sıfât ve daha sonra da tecellî-i hâl zuhur edip, parlamaya başladı. Hemen Sâfî Efendinin huzûruna koşup, hâlini ve hâsıl olan durumu anlattı. Bunun üzerine Sâfî Efendi; "Oğlum biz adamı hem soyar, hem de giydiririz." dedi. Önceki hâlinde kalsaydın, rehberlik etmekte zahmet çekerdin, dervişlere vâkıf olamazdın. Şimdi elhamdülillah tertib üzere zuhûr etti." diyerek onu tesellî etti. Sonra birkaç halvet daha yaptırdı. Tasavvufta yetiştirip kemâle erdirdikten sonra, ona hilâfet verdi. İnsanlara rehberlik etmesi için vazîfelendirdi.
Abdullah Efendi, hâlini o derece gizler ve tevâzu ile hareket ederdi. Görenler sanki sıradan biri, tasavvuftan hiç yol kat etmemiştir zannederdi. Kendi bu hususta hiç bir şey söylemezdi. Halbuki keşf ve kerâmet sâhibi olup, çok talebe yetiştirdi. Dünyâya ve dünyâ malına karşı hiçbir meyli yoktu. Fakat talebelerinin hallerini görüp, anlamak ve onları yetiştirmek için onlarla yakından alâkadâr olurdu. Abdullah adında bir çocuk, daha küçük yaşta Mustafa Sâfî Efendiye talebe olmuştu. Onun vefâtından sonra da AbdullahEfendiye talebe oldu ve on sekiz yaşında tasavvufta hallere kavuştu. Keşfi açıldı. Hangi kabrin yanına varsa, o kabirde yatanın hâlini görürdü. Hattâ çok defâ vefât eden evliyâ ile görüşüp konuşurdu. Bir müşkülü veya soracağı bir husus olursa, ya Peygamber efendimizi görüp O'ndan sorar, yâhut da Sâfî Efendiyi görüp müşkülünü hallederdi. Hattâ Peygamber efendimiz ona, hocası Sâfî Efendinin çok büyük bir velî olduğunu beyân buyurmuşlardır.
Hocası Abdullah Efendinin vefâtından sonra talebesi Abdullah Bey yerine rehberlik makâmına geçen HalilRahmi Efendiye pekçok talebe getirmiş, saâdete kavuşmalarına vesîle olmuştur. Halil Rahmi Efendinin de çok kerâmeti görülmüş, tasavvuftaki kemâlâtı, Peygamber efendimiz tarafından işâret buyrulmuştur. Tasavvufda ilerlemek için çok çalışmıştır.
Dünyâ ile hiç alâkası yok gibi bir halde ve fenâ derecesinde idi. Ancak dünyâ işlerinden bir mesele sorulsa soranları hayrette bırakan cevaplar vererek müşkülleri hallederdi. 1853 senesinde yapılan Rusya seferine katıldı. Bu seferde cihâd etti. Silistre muhâsarasında bulundu. Muhâsara sırasında Deliorman'da kayboldu. Bir daha kimse görmedi. Şehîd olduğu anlaşıldı. Bu sefere çıkarken, İbrahim Hilmî, İbrâhim Muhammed Bey ve Abdullah Bey onu uğurlamışlardı. Bolu yakınındaki bir köye kadar uğurladıklarında bu köyde gecelediler. O gece Peygamber efendimizi görmüş. Peygamber efendimiz silahlı bir halde görünüp; "Oğlum niçin üzülürsün biz de seninle berâber gidiyoruz." buyurarak teselli ettiklerini yolda anlattı. Abdullah Efendinin böyle kıymetli talebeleri çoktu.
Abdullah Efendi bir gün Gerede'den Bolu'ya giderken; "Oğul yerime bir halîfe yetiştirseydim, şu dünyâdan gider idim. Zîrâ usandım. Zâhirî ve bâtınî emrolunan işler vardır. Hattâ elime iki tarafı da keskin bir kılıç verdiler." dedi. Çünkü hocası Sâfî Efendinin vefâtından sonra ona kutbiyyet makâmı da verilmişti. Bu sebeple zâhiren yapmakla vazîfeli olduğu işler vardı. Yerine Halil Rahmi Efendiyi yetiştirip kemâle erdirdikten sonra kendi memleketinde irşâd ile vazîfelendirdi. Mudurnu'da Sultan Süleymân Câmiinde insanlara rehberlik yaptı. Abdullah Efendi bir gün Bolu'yu teşrif etti. Sohbetiyle nice ölü kalpleri dirilttikten sonra, bir akşam Muhammed Bey adında bir zâtın evinde misâfir iken; "Yarın Gerede'ye gitmem gerekiyor." dedi. Dâvet edildiğiniz yerler var, kerem edin birkaç gün daha kalın dedikleri zaman; "Yarın gideceğim." dedi. Ertesi gün mecbûren bir binek tedârik ettiler. Sabah vakti yola çıktı. Talebelerinden çoğunun haberi olmadı. Birkaç talebesi Kuruçeşme denilen yere kadar uğurladılar ve orada vedâlaştılar. Uğurlayan bu talebelerine; "Her ne zaman benim hasta olduğumu işitirseniz, ihmâl etmeyip geliniz" dedi. Böylece vefâtına işâret etmiş olmasıyla uğurlamak için orada bulunan talebeleri ağlaşmaya başladılar ve ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine; "Ben sizi herkesten çok severim, bu burada anlaşılmaz, yarın anlarsınız." diyerek bâzı işâretler verdi. Sonra da oradan ayrılıp gitti.
Abdullah Efendi ayrıldıktan sonra gözden kayboluncaya kadar talebeleri arkasından bakıştılar. Gerede'ye vardıktan sonra ertesi gün hastalandı. Talebesi İbrâhim Hilmi Beyi Bolu'dan çağırmalarını emretti. Bâzıları haber gönderdik diyerek, haber gönderilmesine mâni oldularsa da, arada bir İbrâhim Bey geldi mi diye sorunca, telaş olmaması için haber göndermediklerini söylediler. Mutlaka gelmesini arzu ediyorsanız haber gönderelim dediklerinde; "Eyvah şu andan sonra haber göndermekle yetişemez. Ne söylediysem, onu yerine getirmeniz gerekirdi." diyerek haberi göndermeyen kimseye gücendi. Haberi göndermeyen kimse, dâimâ yanında olduğu halde bir mâni sebebiyle vefâtı sırasında ve cenâze namazında bulunamadı. Gerede'deki dergâhında bulunan odasına defnedildi. İbrâhim Efendi, ancak vefâtının ertesi günü haber alıp gelebildi. Kabrini ziyâret edip üzerine bir türbe sanduka ve örtü yaptırdı. Abdullah Efendinin vefâtından sonra yerine halîfesi HalilRahmi Efendi irşâd makâmına geçti ve talebeleri ona intisâb etti.
Halil Efendi uzun ömrü müddetince hocası Abdullah Efendinin ve onun hocası Mustafa Sâfî Efendinin yolunu devâm ettirdi. Pekçok insanı irşâd edip saâdete kavuşmalarına vesîle oldu. Geredeli Abdullah Efendinin halîfesi Halil Rahmi Efendidir. Bu zâtın da beş halîfesi vardır: 1) Mudurnu'da postnişin Şeyh İbrâhim Efendi. 2) Bolu'da Şeyh Zuhurî Dergâhının mürşidi Şeyh Muhammed Efendi. Hilâfetinden üç sene sonra vefât edip, Şeyh Zuhûrî Dergâhının yanında defnedilmiş ve kabri üzerine türbe yapılmıştır. 3) Şeyh Hâfız Osman, İzmitSancağında Yeni Câmide mürşidlik yapmıştır. 4) Şeyh Hâfız İsmâil Efendi, Erikli kazâsında Aktaş denilen yer (Cüdâ) dergâhında rehberlik yapmıştır. 5) Muhammed Zühdü Bey. Menâkıbnâmeyi yazan İbrâhim Hilmi Efendinin kardeşidir. Bolu'da Hayreddîn Tokâdî hazretlerinin dergâhı olan İmâret Câmiinde mürşidlik yapmıştır. Bu zâtlar Mustafa Sâfî Efendinin sohbetlerinde bulunmuşlar ve tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuşlardır. Halil Rahmi Efendiden de icâzet almışlardır. Ayrıca pekçok zât tasavvufta Mustafa Sâfî Efendi vâsıtasıyla hilâfete lâyık derecelere kavuşmuşlardır.
1) Menâkıb-ı Hacı Mustafa Sâfî, Millet Kütüphânesi Ali Emîrî (Şeriyye) Kısmı, No: 1111
Sakın yaptığın işlerde ve bulduğun manevi halde kendi gücünü görmeyesin. Bu hal kişiyi azdırır ve YARATAN'ın rahmet nazarından uzak kılar. Sakın sözünü dinletme ve kabul ettirme hevesine de kapılmayasın. Önce temeli at sonra üzerine binayı çık. Kalbini derin kaz ki oradan hikmet pınarları fışkırsın, sonra ihlas ve iyi işlerle o binayı yükselt. Bu işlerden sonra halkı o köşke davet et.
***
Başkasında bulunan bir hatayı defetmek istersen nefsinle yapma, imanınla yap. Kötülükleri ancak İMAN yıkar. Bu durumda RABB'in sana işlerinde yardımcı olur. O kötülüğü yok etmek için arkadaş olur, O kötülüğü ezer ortadan kaldırır. Eğer bir kötülüğü nefsin için, halkın seni tanıması için ortadan kaldırmaya niyet edersen rezil olursun. Her işte HAKK'ın rızası aranmalıdır.
***
İSLAM gömleğin yırtık, İMAN elbisen pis, kalbin cahil, için kederle dolu. Gönlün İSLAMİYET'e açık değil. İç alemin harap, dışın mamur, bütün sayfaların günah karası. Sevdiğin ve arzuladığın yalnızca dünya.
Kabir kapısı açık ve ahiret sana doğru gelmekte. En kısa zamanda aklını başına topla, yalnız dünya azığı toplamaktan vazgeç de ahiret azığını toplamakta acele et...
Sabırlı kulların bu dünyada çektiği cefa, Yüce Allah'ın (C.C) gözünden kaçmaz. Siz bir an olsun O'nun uğruna sabır yolunu tutun, yıllarca ecrini alırsınız. Ömrü boyunca "Kahraman" lakâbıyla gezen, onu bir anlık cesareti sonunda kazanmıştır.
***
Ey evlad, önce nefsine öğüt ver, onu yola getir, sonra da başkalarını... Senin henüz ıslaha muhtaç hallerin var, bunu sen de biliyorsun. Bunu bildiğin halde başkalarının islâhı ile uğraşma yolunda nasıl başarılı olabilirsin? Gözlerin bir adım öteyi görmüyorken körleri neyle yola getirme sevdasındasın?
***
Size gereken, Yüce Yaratanı sevmek ve O'ndan başka kimseden korkmamaktır. Ve bütün işleri onun rızasını gözeterek yapmak... Bunlar "Kalp" le olur, dil gürültüsüne getirip söze boğmakla olmaz. Sonra mihenk taşına vurulunca utanırsın. Kuru davaya kimse inanmaz. Halk arasında söylediğin sözleri yalnız kaldığında söylüyormusun?... Aynı duyguları tek başına kaldığın zaman da duyman mümkün oluyor mu?... İşte bunları yapabiliyorsan mesele yok... Kapı önünde "TEVHİD", içeriye girince "ŞİRK", yakışır mı? Bu, nifak, ikiyüzlülük alametidir, içi bozuk olmanın ta kendisidir. Acırım sana, sözün kötülükten sakınma hakkında, kalbin ise fitne çıkarmaya istekli. Şükrü dilinden bırakmıyorsun, ama kalbin daima itiraz halinde.
***
Geliniz aşırı, uygun olmayan arzularımızı bir yana atıp YARATANIMIZA koşalım. Bu yolda biraz perişanlık çekelim. Ne olur sanki biraz zahmet çeksek? O'na vardıktan sonra bütün çekilen sıkıntılar unutulur. İçimize ve dışımıza hükmeden nefsimizi HAK yoluna çevirelim, Rabbimizin Elçisine, Sevgilisine başvuralım, O'nun eteğini bırakmayalım.
***
Bütün amacın yemek, içmek ve arzularının tatmini olmasın. Bunların hepsi amaç değil, Yüce ALLAH'a (C.C.) ulaşmak için birer araçtır. Bütün hedefin sana en çok gerekli olana ulaşmak olmalı. Sana en gerekli olan ise YARATAN'ındır. O'nu ara. Her şeyin bir bedeli olur. Dünyaya AHİRET, yaratılmışlara ise bedel YARATAN'dır. Dünyayı kalbinden atarsan yerini HAK alır.
Yaşadığın günü ömrünün son günü bil, işlerini ona göre ayarla. Bu duygu sana yeter.
Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşamış meşhur velîlerden. İsmi, Huzeyfe, lakabı Sâdüddîn'dir. Babasının ismi, Katâde'dir. Şam civârında bulunan Mer'âş denilen şehirden olduğu için Mer'âşî nisbesiyle meşhur olmuştur. İbrâhim bin Edhem hazretlerinin talebelerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 822 (H.207) senesinde vefât etti.
Zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim oldu. Birçok velînin sohbetlerinde bulundu. Hızır aleyhisselâmın işâretiyle İbrâhim bin Edhem hazretlerinin huzûruna gitti. Büyük velî İbrâhim bin Edhem hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Altı ayda kemâl ve olgunluk derecesine ulaştı. İbrâhim bin Edhem hazretleri ona tasavvuf yolunda hırka giydirdi.
Huzeyfet-ül-Mer'âşî, İbrâhim bin Edhem hazretlerine hizmet ettiği sırada birisi gelip ona hizmet etme sebebini sorunca, olup bitenleri şöyle anlattı: "Mekke-i mükerremeye giderken çok acıkmıştık. Kûfe'ye gelince açlıktan yürüyemez oldum." İbrâhim bin Edhem hazretleri; "Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" buyurunca; "Evet" dedim. İbrâhim bin Edhem hazretleri hokka, kalem, kâğıt istedi. Bulup getirdim. Besmeleyle birlikte; "Her halde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi veren sensin. Sana her an hamd ve şükür ederim. Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü benim vazîfemdir, elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum." yazıp bana verdi ve; "Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın kimseye bu kâğıdı ver." buyurdu. Dışarı çıkınca, deve üstünde biri ile karşılaştım. Kâğıdı ona verdim. O kimse kâğıdı okuyup ağlamaya başladı. "Bunu kim yazdı?" dedi. Ben de; "Câmide birisi yazdı." dedim. O kimse bir kese altın verdi. İçinde altmış dinâr vardı. O kimseyi sorunca; "O nasrânîdir yâni hıristiyandır" dediler. İbrâhim bin Edhem'e gelip olanları anlattım. İbrâhim bin Edhem; "Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir." buyurdu. Az zaman sonra nasrânî geldi. İbrâhim bin Edhem'in ayaklarına düşüp, elini öptü ve müslüman oldu."
Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâ ve âhirette kurtuluşu için çalıştı. Abdullah bin Hubeyk, Mûsâ bin el-Muallî, Yûsuf bin Esbât, Bişr-i Hâfî, Feyz bin İshak, İbn-i Ebidderdâ, Nebhân bin El-Mugallis gibi zâtlarla görüşüp karşılıklı sohbetlerde bulundu. Haram ve şüphelilerden sakınıp, nefsin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çalıştı. Çok az yemek yiyerek nefsini tezkiye etti. "Kalp ehlinin gıdâsı ve ruhlarının kuvveti, Kelime-i tayyibe olan Lâ ilâhe illâllahtır." buyurarak Allahü teâlânın ismini zikretti.
Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri mümkün olduğu kadar insanlardan uzak dururdu. "Yapılan iyi ameller arasında insanın evine kapanıp kalmasından ve böylece Allahü teâlâya ibâdet etmesinden daha iyisi olacağını bilmiyorum." buyururdu.
Abdullah bin Hubeyk'e buyurdu ki: "Dört husûsa yâni gözüne, diline, kalbine ve nefsinin isteklerine dikkat et. Gözün ile harama bakma, kalbinde olandan başka bir şeyi konuşma. Kalbinde müslümanlara karşı kin, hased gibi kötü hisler bulundurma. Nefsinin hevâsına yâni isteklerine uyma."
Mûsâ bin el-Muallî'ye buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Eğer sende üç haslet, güzel huy varsa, Allahü teâlânın yarattığı her hayırda nasîbin vardır. Amellerini Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapmak, kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmek, yiyeceklerin helâlinden olmasına dikkat etmek."
Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretlerinin ikrâm ve ihsânları boldu. Fakir ve muhtaçların ihtiyaçlarını giderirdi. Mümkün olduğu kadar kimseden bir şey kabûl etmezdi. Bilhassa düşük ahlâklı kimselerin hediyelerini almaktan insanları sakındırırdı. O; "Günahkarların ve ahlâkı bozuk kimselerin hediyelerini kabûl etmeyiniz. Eğer kabûl ederseniz, sizin onların kötü fiillerine ve ahlâksız hareketlerine râzı olduğunuz zannedilir." buyururdu.
İbn-i Ebi'd-Derdâ rahmetullahi aleyh, Huzeyfetü'l-Mer'âşî'ye gelerek; "Bana nasîhat et." dedi. Huzeyfetü'l-Mer'âşî buyurdu ki: "Yediğin lokmanın nereden geldiğine dikkat et. Nefsinin isteklerine uyarak İslâmiyetin ruhsat, kolaylık taraflarını sana tavsiye eden kimseyle oturma. Eğer Allahü teâlâya gizli olarak ibâdet edersen, istesen de, istemesen de kalbin düzelir."
Huzeyfetü'l-Mer'âşî buyurdu ki:
"Otururken, samîmî olmayan, yapmacık hareketler yapacağımdan korktuğum için, bir arkadaşımla oturmak istemiyorum."
"İhlâs, kulun içi ile dışının aynı olmasıdır."
BİLMEDİĞİM İÇİN AĞLIYORUM
Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri Allahü teâlâdan olan korkusu sebebiyle çok ağlardı. Böyle bir zamanda yanına gelen birisi ona dedi ki: "Bu derece ağlayıp sızlamana, ızdırap çekmene sebep nedir? Yoksa Allahü teâlânın Rahîm, çok merhâmetli, Kerîm ve Gafûr olduğunu bilmiyor musun?" dedi. Bunun üzerine Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri; "Allahü teâlâ; "Bir fırka Cennet'te, bir fırka Cehennem'dedir." buyuruyor. Ben bu iki fırkanın acaba hangisindeyim, bunu bilmediğim için ağlıyorum." dedi. Soran; "Mâdem ki, sen daha kendi hâlini bilmiyorsun, nasıl olur da başkalarına yol gösterirsin?" dedi. Bu sözü duyan Huzeyfet-ül-Mer'âşî hazretleri, çok mânâlar ifâde eden bu sözün tesiriyle düşüp bayıldı. Kendine gelince, "Ey Huzeyfe! Biz seni dost edindik, kıyâmet günü seni Cennetliklerden olarak haşredeceğiz." diyen bir ses duydu. Bu sesi, o mecliste bulunup da henüz müslüman olmayan üç yüz kişi duyup müslüman olmuşlardır.