erbakan hoca nın avukatı bu iddanın asılsız olduğunu medyaya açıklamıştır... belge aşağıda
israil dış işleri bakanı türkiyeye geldiğinde erbakan görüşmeyi kabul etmedi...
tam üç gün görüşme isteği sürdürüldü...
sonradan erbakan hocaya sen artık rp lideri değilsin...
sen t.c. başbakanı olarak görüşmeyi yapmak zorundasın dediler...
görüşme yapılmak zorunda kalındı...
refah partisi her taraftan zorlanmış bir partidir...
yahudi lobileri, siyonist güçler ve bunların işbirlikçileri israil ile anlaşma konusunda erbakan hocayı zorladılar...
ancak refah partisi onların isteğini yapmadı...
onların kendilerine uydurmak istedikleri parti yeni düzene uyum sağlamadı...
bunun sonucu irtica bahane edilmek sureti ile parti kapatıldı, 28 şubat vakası meydana geldi...
parinin içinde bölünme başladı...
bazı kişiler erbakan hocaya kızıyordu...
çünki yeni düzene, uydurulmak istenen düzene erbakan hoca uymadı,
israil ile anlaşma yoluna gitmedi...
iktidarı kaybettiği için erbakan hocaya kızdılar...
parti kendi içinde bölündü...
bölünenler israil ile anlaşma yoluna gidilmesi gerektiğini düşünüyordu...
sonuç olarak bu gün iktidarda olan parti ortaya çıktı...
ve milli görüş hareketi şu anda susturulmaya çalışılıyor...
hiçbir medya organı saadet partisine yer vermez, yok sayar...
erbakan hoca ülkemizin kalkınması amacı ile fabrikalar kurmuş ve milli üretime önem vermiştir...
ecevit ile kualisyon kurulduğu dönemde kurulan silah fabrikaları ecevit imza atmadığı için faliyet göstermemiştir...
bu fabrika türk silahlı kuvvetlerinin silah ihtiyacını karşılamak için kuruldu...
ancak milli görüşten başka bütün siyasi hareketler silah üretmek yerine silah satın almışlar, üretren değil tüketen bir türkiye meydana getirmişlerdir...
imzalanan silah anlaşmaları şimdiki hükümet döneminde yenilenmiştir...
fabrikalar ise özelleştirme adı altında satılmıştır...
erbakan makina profesörü olarak silah üretiyor, israil bunu kabul eder mi?
etmediği için milli görüş partileri kapatıldı, irtica bahane...
işte belge...
Bugün gazetesi yazarı Nuh Gönültaş'ın "Gazze'yi bombalayan İsrail uçakları Konya'da eğitiliyor!" başlıklı yazısında verdiği bilgilere Avukat Gürkan itiraz etti.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan vekili Avukat Gürkan imzasıyla yapılan yazılı açıklamadıa verilen bilgilerin yanlış olduğu vurgulandı. Açıklamada, İsrail'le yapılan anlaşmanın Refahyol diye adlandırılan 54'üncü hükümetten önce Çevik Bir tarafından yapıldığı dile getirildi.
Erbakan adına yapılan açıklama şöyle:
"Nuh Gönültaş 30.12.2008 tarihli, "Gazze'yi bombalayan uçaklar Konya'da eğitiliyor" başlıklı yazısında Milli Görüş Lideri ve 54. Hükümet Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ı hedef alan, ancak tarihi gerçeklerle hiçbir alakası olmayan ifadelere yer vermiştir.
Bu konudaki tarihi gerçekler şu şekildedir:
Türkiye ile İsrail arasında "Askeri Eğitim İşbirliği anlaşması" 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanmıştır.
Bu anlaşma Genel Kurmay İkinci Başkanı Çevik Bir tarafından 23 Şubat 1996 tarihinde, İsrail'e yaptığı ziyaret sırasında imzalanmıştır.
Sayın Erbakan'ın Başbakanlığında kurulan 54. hükümet ise bu anlaşmadan üç ay sonra; 28 Haziran 1996 tarihinde iktidara gelmiştir.
Sözkonusu anlaşma kapsamında 8 İsrail pilotu "eğitim uçuşu yapmak üzere" F-16 uçakları ile birlikte 16 Nisan 1996 tarihinde, yani Refahyol Hükümeti'nin kurulmasından yaklaşık iki ay önce Türkiye'ye gelmiştir.
Bu tarihi belgelerde de açıkça görüldüğü gibi sözkonusu anlaşmaların Sayın Erbakan'ın başbakanlığında kurulan 54. Hükümet ile hiçbir alakası yoktur.
Tarihler ve belgeler bu kadar net bir şekilde ortada iken, söz konusu anlaşmanın "Erbakan Döneminde" imzalandığını söylemek, Refahyol Hükümeti'in efsane hizmetlerini gölge düşürme çabasından başka bir şey olamaz.
Gerçeğin bu bilgiler doğrultusunda düzeltilmesini, aksi takdirde hukuki yollara başvurulacağını bildiririm."
Kırk yıllık dönemde önce Harun aleyhisselam, ardından da Musa aleyhisselam vefat etti. Allah Teâlâ Yuşa aleyhisselamı onlara peygamber gönderdi. Tîh müddeti bitince Yuşa aleyhisselam Yahudileri Beytülmakdis'e götürdü. Orayı kuşatıp fethettiler. Yuşa aleyhisselamın sağlığında çevredeki diğer fetihler tamamlandı. Onun ölümüyle beraber de peygamberlerle yönetildikleri dönem bitti. Onun ardından yargıçlar tarafından yönetildiler.
Bu dönemde on iki kol arasında ihtilaflar büyüdü. Aralarında savaşıp durdular. Dinden dönmeler, zina çoğaldı. Bu dönem iki asır kadar devam etti. Peygamber terbiyesinden tamamen uzaklaştılar. Ahlak eridi. İftiracılıkta ve yalanda o derece aşırı gittiler ki, kendi peygamberlerine bile ağır iftiralarda bulundular. İftiralarının bir kısmını da ellerindeki Tevrat'a ilave ettiler.
Krallık sistemine geçtiler. Allah Teâlâ da onlara hem kral hem peygamber olan peygamberler gönderdi. Davud ve Süleyman aleyhimesselam böyle peygamber oldu onlara.
Krallıklara bölündüler; kendi aralarında bile birlik oluşturamadılar. Âşuriler ve Babil krallığı onlara karşı toplu imha savaşları yaptı, topraklarını işgal etti, Yahudilerin tümünü topraklarından sürdü. Sürgüne giden veya Babil işgali altında kalan Yahudilerin dinleri tamamen bozuldu, putperest düşünceler inançlarına tesir etti.
Tarihin her sahnesine fesat ve fitne bulaştırdılar
Fesatçı ve fitneci bir güruh oldukları için defalarca baskınlara ve sürgünlere katlanmak zorunda kaldılar. İsyanlar çıkardılar. Her isyandan sonra biraz daha ağır darbe yediler. En son miladi 135 yılında Roma imparatoru Adriyanus onlara çok ağır bir darbe vurdu. Filistin yöresinden tamamen sürüldüler. Bu tarihte de devlet olarak İsrailoğulları bitmiş oldu. Şu andaki İsrail devleti kuruluncaya kadar bir daha devlet olamadılar. Dünyanın muhtelif yerlerinde sürgün hayatına mahkûm oldular.
Küçük cemaatler halinde yaşadıkları yerlerde, yaşadıkları ülkelerin halkını huzursuz edecek davranışlardan vazgeçmedikleri için çeşitli dönemlerde ağır hayat şartlarına mecbur tutuldular. Sürüldüler, işkencelere tabi tutuldular. Âşuriler, Mısırlılar, Babil krallığı, Yunanlılar, Roma, Avrupalılar tarafından baskı altında tutuldular. 1200'lü yıllarda İngilizler, Fransızlar, 1540'larda İtalyanlar, on iki, on dördüncü ve on dokuzuncu asırlarda Almanlar binlerce Yahudi'yi öldürdü. Ölümden kurtulanlarını sürgün etti. Mezbahanelerde hayvanlar gibi Yahudi boğazladılar. Avrupalılar, Yahudilere karşı elleri kolları bağlı duruyorlarsa, geçmişi iyi bildiklerinden kaynaklanan sebeplerden etkileniyor olmalarındandır.
Bu onların, Allah'ın emirlerine aykırı hayat tarzını, fitne fesatçılığı tercih etmelerinin sonucuydu. Onların şu andaki devletleri, güçleri, dünya kamuoyunun onlara sağladığı desteği kimseyi şaşırtmasın! Onların geçmişi belli olduğu kadar, gelecekleri de bellidir. Geçmişlerinde on yıl üst üste huzurlu yaşadıkları bir dönem olmadığı halde nasıl kalıcı bir huzur ve rahatlık bekleyebilirler? Fitneciler, peygamberlere iftira etme cüreti gösterenler onlar değil midir? Peygamber katilleri değil midirler? Şimdi onları Müslümanların ortasına mayın gibi yerleştiren İngiltere ve Avrupa, yakın asırlarda onları hayvan gibi boğazlamadı mı, gemilere doldurup denize atmadılar mı? Yahudileri hiçbir zaman sevmedi Avrupalılar! Büyük bir şer planının gereği olarak onları bir süre için destekleyip, devlet sahibi yaptılarsa bu sevgilerinin eseri değildir; menfaatlerinin gereğidir.
Kur'an onları çok iyi tanıtıyor
Masum bir millet görüntüsü ile kendilerine acındıran Yahudilerin gerçek yüzü, Kur'an'da onlarca ayette görülebilir. Onların, müminlerin geçmişte ve gelecekte en büyük düşmanları olduğu, fitne ve fesattan, yeryüzünü ateşe vermekten hiçbir zaman kaçınmayacaklarını anlamak için şu ayetler incelenebilir.
Onları Allah yarattı, O tanıtıyor. Onların kendilerini, Allah'ın seçilmiş kulları olarak tanıtmaları ne anlam ifade edecek; işte Allah'ın kitabı. Onlarca ayetten sadece şu ayetler onları tanımak ve akıbetlerini öğrenmek için yeterlidir:
Kenanlılar ve Finikeliler Yahudilerden binlerce yıl önce Filistin'de yaşadılar. Onlar, Musa aleyhisselamın emrine uymayıp, oraya girmekten mahrum bırakıldılar. Yuşa aleyhisselamla beraber Filistin'e girebildiler ve orada iki asırla üç asır arasında bir zaman kalabildiler. Bunun dışında Filistin hiçbir zaman onların olmadı. Onların 'Tevrat'ta böyle yazıyor.' demelerinin ne değeri vardır? Ellerindeki Tevrat, onların elinin değdiği, tahrif ettikleri Tevrat değil midir?
"Geçmişlerinde on yıl üst üste huzurlu yaşadıkları bir dönem olmadığı halde nasıl kalıcı bir huzur ve rahatlık bekleyebilirler? Fitneciler, peygamberlere iftira etme cüreti gösterenler onlar değil midir? Peygamber katilleri değil midirler? Şimdi onları Müslümanların ortasına mayın gibi yerleştiren İngiltere ve Avrupa, yakın asırlarda onları hayvan gibi boğazlamadı mı, gemilere doldurup denize atmadılar mı? Yahudileri hiçbir zaman sevmedi Avrupalılar! Büyük bir şer planının gereği olarak onları bir süre için destekleyip, devlet sahibi yaptılarsa bu sevgilerinin eseri değildir; menfaatlerinin gereğidir."
Hemen söyleyelim; yazımızın başlığında adı geçen iki çiçek ismi, iki medeniyetin kadına bakışını sembolize etmektedir. Birincisi Batı uygarlığı ikincisi ise İslam medeniyeti... Bu benzetmeyi yaparken bu medeniyetlerde kadının toplumdaki konumundan yaşam tarzına kadar çeşitli faktörleri baz aldık.
Batı toplumunun giyim kuşam ve eğlence kültürüne baktığımız zaman, kadınının seyirlik bir nesne olarak algılandığını görüyoruz. Bu algı batılılaşma ile birlikte bize de aynen aksetmiştir. Bugün batıda da doğuda da kadın vücudu bir reklam unsuru, bir göz boyama aleti olarak veya dikkat çekici bir unsur olarak her türlü ucuzluğa alet edilir konuma düşürülmüştür. Bu durumun çarpıcı bir örneğini Hüseyin Hatemi Hoca şöyle dile getirir: "Tamamen örtünmüş ceketli kravatlı erkekler topluluğu önünde, kış ortasında son model bir otomobil teşhir edilirken kaportasına uryan bir kız çıkartılır ve yine kış ortasında örtülü erkekler önünde, yine uryan 'mankenler' iç çamaşırı 'tanıtırlar' Bu gibi topluluklara katılanlar 'aygır' tepkileri değil, 'uygar' bir tepkisizlik göstermelidirler." (İlahi Hikmette Kadın, İstanbul, 1999, s.38)
Buna karşın İslam dininin örtünme emri, kadın vücudunun bir gösteri aygıtı durumuna düşmesine ve bedensel olarak sömürülmesine engel olmaktadır. Kadının özgürlük adına adeta bir eşya gibi sergilenmesi "annelik" gibi onurlu bir görevi taşıyan bu "mukaddes varlık" için oldukça küçültücü bir durumdur. İslam kadının vücuduna değil kişiliğine vurgu yapar ve onun kıymetli bir varlık olarak algılanmasını sağlar. Necip Fazıl Kısakürek vurgunun kişiliğe yapılması gerektiğini şöyle ifade eder: "Karşınıza çıkan kadın siz de biliyorsunuz ki Allah'ın bir iskelet üzerine giydirdiği, süresi tek an, harika güzel et ve deri çizgilerden ibarettir. Koparın bu maskeyi ve altındakine bakın. Şu gün yüzlü çocuktaki nerm ve nazik ten, solucan yemi olarak yaratılmadı mı? Ve çocuk ölmek üzere doğmadı mı?" (Kısakürek, O ve Ben, İstanbul, 1974, s.154)
İslâm mevcut bir takım şekli uygulamalarıyla kadını kem gözlerden koruyarak, bu kem gözlerin önünde onun bir nesne haline getirilmesine müsaade etmez. İslam'ın tesettür emri kadının; vücudunun değil asıl güzelliği olan ahlakının ön plana çıkmasına vesile olur. Örtünen bir kadın aslında topluma "ben vücuttan ibaret değilim" mesajını vermekte ve dişiliğiyle değil kişiliğiyle toplumdaki yerini bulmaktadır. Bu konuda Ali Bulaç'ın düşünceleri şöyledir: "Kadının erkeğin seyir alanında bakılan bir nesneye dönüşmesi doğanın verili sonuçlarına uygundur. Ama iki cinsin asli ve nihai varoluş amacına aykırıdır. Kadın- erkek ilişkisi sadece bu bakan eril bakılan dişil çerçevesine hapsedilemez. Erkeğe zarar verdiği gibi, kadının kendine bakışını ve algı biçimini çarptırır. Çünkü böylelikle sonuçta 'erkeklerin nasıl gördüğü' hayatlarının 'başarısı' açısından hayati derecede önemlidir. Bu süreçte kadınlar kendi varoluş duyularını yitirirler." (Kişilik ve dişilik (2), Zaman, 28. 11. 2001, s.13)
İslâmiyet'in kadın konusundaki öğretisi, kadının onur ve haysiyetini ayaklar altına alan uygarlık dediğimiz "tek dişi kalmış canavar"ın öğretilerinden tamamen farklı bir zemine oturmaktadır. Modern anlayışlarda "edepsizlik", "özgürlük" maskesi arkasından meşrulaştırılmaya çalışılır. Bu anlayışların sahiplerine göre İslâmiyet'teki tesettür emri özgürlüğe müdahale eden bir faktördür. Onların mantığına göre çok örtünmek az özgürlüğe tekabül ettiğine göre; hiç giysi giymeyenler en fazla özgür olanlardır. Yani Afrika'da yaşayan çıplak yerlilerin dışında hiç kimse adam akıllı özgür değildir. İslam dini ise bu tür deli saçması öğretilere karşı iyinin, güzelin ve estetik olanın İslam ahlakına uygun olan olduğunu bildirir. Özgürlük adına açılıp saçılan kadın hakikatte özgür falan da değildir. Kelimenin tam anlamıyla nefsaniyetinin esaretine girerek özgürlüğünden feragat etmiştir. İslam'ın örtünme emrine riayet ederek "gonca gül" olmak yerine, açılıp saçılarak kendisine "kabak çiçeği" misyonunu uygun görmüştür.
İslâmiyet kadına ve erkeğe belirli bir miktarda örtünmeyi farz kılmıştır. Bu bakımdan farz olan bir ibadet hakkında "teferruattır" demek farzı küçük görmek anlamına gelebilir. Tesettür asla bir teferruat olmayıp İslam'ın aslî emirlerinden bir tanesidir. Aynı zamanda ahlaklı ve terbiyeli olmanın da önemli bir parçasıdır. Bu sözümüz örtünmeyenlerin ahlak yoksunu olduğu anlamına gelmez. Bunu söylemeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Olsa olsa onlar için en fazla onların İslamî yönden yeteri kadar "bilinçli" olmadıklarını söyleyebiliriz. Zira belli bir takva bilincine ulaşıldığında İslam'ın emirlerinin daha iyi benimsenmesi son derece normaldir. Şu durumda İslam'da tesettür konusunda bilinçlenen kadınların giyim kuşam tarzlarının bu bilinçle örtüşmesi kaçınılmazdır. Bununla birlikte saçı açık olduğu halde ciddiyetini koruyan vakar sahibi kadınlar olabileceği gibi örtülü olduğu halde hafif ve düzeysiz davrananlar da olabilir. Bu durumda söylemek istediğimizi özetleyecek olursak Müminlere düşen Kuran'ın ve sünnetin öngördüğü şeklî sınırlara uymak, şeklin gerektirdiği hassasiyetlere dikkat etmek, fakat bu şekille de kalmayıp Allah'ın bu emrinin hikmetlerini araştırarak ibadetin ruhuna erişmektir.
İslam'ın kadını örtülere gizleyerek hakir gördüğü şeklindeki yorumlar, hepten imansız kimselerin propagandalarından ibarettir. Zira çakıl taşlarını kimse saklamaz, oysa elmas ve yakut kem gözlerin ulaşamayacağı yerlerde saklanırlar. Kadının örtünmesi de kadına verilen değerle ilgili bir konudur. İslam kadına da erkeğe de hak ettiği değeri veren bir dindir. Kaldı ki İslam'a göre kadın ve erkek her iki cins de yeryüzünün halifeleridir. Akl-ı selim, Rabbi'mizin hilafet vererek yücelttiği ve de onları hilafet konusunda erkeklerden ayrı tutmadığı kadınları hor veya hakir gören bütün anlayışların batıl olduğunu bize fısıldar. Yüce Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olan kadın ve erkek cinsi, hiçbir şekilde -özellikle de din adına- aşağılanamazlar. Dolayısıyla hak din olan İslam'a; kadın konusu üzerinden savaş açan imansızların yorumlarının akıl ve mantıkla alakası yoktur.
Bu tiplerin Müslümanların kadınlara değer vermediğini iddia etmesi kendilerinin söylediği gibi objektif bir bakışın ürünü olarak karşımıza çıkmaz. Şöyle ki katılaşmış ideolojik saplantılarla konuya yaklaşırlar. Bunların derdi "akılcılık" veya "mantıklılık" filan değildir. Bütün dertleri hak din İslam'a düşmanlık etmektir. Tesettürü alaya almaları da çok eşlilik konusunu sulandırmaları da bu sebeptendir. Nitekim bizdeki bu zihniyeti bozuk adamlar Hıristiyanlıktaki ve Yahudilikteki kadın telakkilerinden hiç bahsetmezler. Bu ikiyüzlü tavrı Hüseyin Hetemi şöyle dile getirir. "İslam'ın erkeğin çok eşliliğini büyük ölçüde sınırlamakla yetinip kesin bir yasaklayıcı kural getirmemesi, şimdiye kadar nice kişinin ucuz ve bayat eleştirilerine yol açmıştır. Buna karşılık 'evlenmeyen daha iyi eder' gibi sonradan Hıristiyanlığa yamanan kurallar ile Katolik din adamlarının evliliği yasaklanması aynı derecede bile eleştirilmez. ...İmdi düşünelim: Evlenmeyi teşvik eden tabiat kanunlarına uygun kurallar getiren İslam mı mantık ve ahlaka uygun, yoksa evlenmeyi bir irade zaafı gibi gören, evlenince de ancak neslin sürdürülmesi görevine cevap verip en tabi ve meşru duyguları bile günah sayan, din adamlarının evlenmemesini öğütleyen, böylece en azından suçluluk kompleksleri ve ruh hastalıklarına yol açan din kuralları mı?" (Batılılaşma, İstanbul, 1987, s.119,120) Hüseyin Hatemi Yahudilikteki bir çarpıklığa ise şöyle değinir: "Bugün İsrail'de din bilginlerinin baskısına karşı isyan eden kimseler soruyorlar. "Yahudi erkeklerin yaptığı gibi, her gün Rabb'e beni kadın olarak yaratmadığı için hamdetmeli miyim?"(Der Spiegel, 1/1987, s.66) Allah esirgesin! Kadın olmadığı için hamdetmek de neyin nesi? Bizim en hızlı gericimiz bile bunu aklından geçirmez." (İlahi Hikmette Kadın, İstanbul, 1999, s.188,189)
Netice itibariyle İslam medeniyetinde "gonca gül" gibi algılanan kadının yeri gül bahçesiyken, batı uygarlığının üretimi olan hormonlu "kabak çiçeği"nin yeri ise kabak tarlasıdır. Bu benzetmeyi hoş karşılamayanlara da bir çift lafımız vardır. Kabul etmeyenler Batı uygarlığının aynası olan caddelere, sokaklara, eğlence ve alışveriş merkezlerine, televizyon kanallarına, internet ekranlarına şöyle bir baksınlar. Kabak tarlası gibi değil midir? Bir de gelin İslam medeniyetimize bakın, gül kokusundan başka bir şey var mı? Kadın gül... Çocuk gül... Genç gül... İhtiyar gül...
Artık gün geçmiyor ki gazete manşetleri ve televizyon ekranları yeni bir şiddet olayını bizlere haber vermesin. Ve sabah hüzünle başlayan günümüz yine aynı perde ile kapanmasın. Ama toplumumuzdaki önüne geçilemeyen bu şiddet olayları, artık pek de şaşırtmıyor ve eskisi gibi üzmüyor insanları.
Bütün güçlüklerin azalıp, teknolojinin olabildiğince ilerlediği günümüz çağı; onca kolaylığına rağmen yine de insanımızın sıkıntılarını gideremiyor; korku ve hüznünü yok edemiyor. İnsanlık doldurulmaz bir boşluğun içinde, huzursuz, mutsuz ve de karamsar...
Ceviz kabuğunu doldurmayan sebeplerle yapılan kavgalar, gereksiz yere işlenen suçlar, kapkaç olayları, kan davaları ve şiddet... Artık yer ve zaman ayırt etmiyor, sınır tanımıyor bütün bu olaylar. Ve insanlar her an tedirgin. Güneşin en parıltılı sabahlarında, gülmeyi bile unutmuş insanlar dolduruyor caddeleri. Sokakta şiddet, evde şiddet, markette şiddet... Korna seslerine küfürler karışıyor önce ve sonra da bıçak ve silahlar söylüyor en son sözü. Bir gol atıp maç kazanmanın sevinci, taşlı sopalı kavgaların üzüntüsüne karışıyor sokaklarda. Kardeş kavgaları ve kargaşa...
Şiddetin ve nefretin toplumumuzu kuşattığı dünyamızda sıkışıp kalmak ne kadar da acı. Ama bütün bunların ötesinde şiddetin engellenmesi için uğraş veren ve iyiliklerin aşılanması gereken eğitim kurumlarında da bu olayların yaşanması yürekleri burkuyor, içimizi sızlatıyor her defasında. Ahlak ve maneviyattan yoksun, değerlerini kaybetmiş, huzursuzluk ve karamsarlığa itilmiş insanımız, mutlu bir hayatın arayışındayken, bu huzuru temin edecek okullarımız, eğitim kurumlarımız bu beklentinin ne kadar da uzağında.
Kardeşliği öğretmeyen okullar ve eğitim seviyesi
Daha on yedisinde silahlanıp arkadaşını kurşunlayarak öldüren, bıçakla yaralayan öğrenciler, evlatlarını okullara korku ve endişe içinde gönderen anne babalar... Ve bütün bunlar olurken eğitim sistemimizin başında, bu gerçekler karşısında aciz kalan yöneticilerimiz...
Yaşanan bu dramlardan sadece o gencecik insanları sorumlu tutup, onları suçlamak yerine onlara bu eğitimi veremeyen, kardeşliği öğretemeyen okulların ve eğitim sistemimizin sorgulanması, bu konu üzerinde düşünülmesi gerekmiyor mu sizce de? Bir tarafta, hayatla henüz tanışmış, ana kucağından yeni ayrılmış, minicik çantasını sırtına alıp heyecanla okul yolunu tutan, dünyaya umut dolu gözlerle bakan, şefkatle ve gülümseyen bakışlarla çevresine sevgi saçan küçük Furkan... Diğer yanda ise ergenlik döneminde, tespihiyle ve keskin bakışlarıyla okul koridorlarında korku salan, bir ağa edasıyla okul bahçesinde gezinen, okulun kabadayısı genç Burak...
Toplumsal kalkınma "din eğitimiyle olur"
Aralarındaki bu yaş ve gelişim döneminin farklılığına, davranışlarındaki bunca tezatlığa rağmen, gelişim ve eğitim bilimcileri ilk ve son çocukluk ayırımını yapıp, ısrarla bu farkı vurgularken aynı ortamı paylaşan öğrenciler, Buraklardan korkan Furkanlar, Ayşelerin ablalık yapmak yerine kötü alışkanlıklarını aşıladıkları Sümeyyeler...
Süre 8 ya da 12, bireylerin eğitimi elbette önemli. Fakat aynı gelişim düzeyindeki öğrencilerin kendi dönem arkadaşlarıyla eğitim görmesi yerine, bu gencecik bireyleri de siyasi bir oyuna kurban verip 8 yıllık kesintisiz eğitimi savunanlar bu gerçeğin ne kadar farkındalar acaba? Ya da bu acılar, onların vicdanını ne kadar sızlatıyor?
Bütün bu şiddet olaylarına bir sebep ve yine eğitim sistemimizdeki büyük bir eksiklik olarak gördüğümüz diğer bir nokta da bireylere yeterli ahlaki ve manevi eğitim veren dini eğitim kurumlarının yokluğudur. Haftada sadece bir derse sığdırılmaya çalışılan ve ne kadar verimli geçtiği sorgulanır bir din dersi ve anlayışıyla onlara hangi manevi duyguları kazandırabiliriz, onların vicdanlarına ne kadar etki edebilir ve kalplerine bu iyiliklerin ne kadarını yerleştirebiliriz ki?
Oysa toplumsal ve ahlaki kalkınmanın ancak bu eğitimi onlara vermekle başlayacağını düşünsek, onların bekçi, polis ve jandarmalarının kendi vicdanları olduğunu onlara öğretebilsek...
Bırakın arkadaşını ya da öğretmenini öldürmeyi, hırsızlığın, kapkaçın, hortumculuğun ve hatta bir karıncayı bile incitmenin kötülüğünü yaşayarak onlara anlatabilsek...
Böyle bir toplumsal kalkınmanın yine eğitimle (özellikle din eğitimiyle) olacağını ısrarla vurgularken, eğitimcilere ve eğitimi şekillendiren eğitim sistemimizin yöneticilerine de seslenmek, bakanlığın bu konuda bir an önce harekete geçmesinin önemini onlara aktarmak istiyoruz. Bizler "genç eğitimciler" ve yarının öğretmenleri, her şeyin eğitimle başlayacağını ve eğitimle başarılacağını savunan fertler olarak, bu eğitim sistemi ve anlayışı içerisinde ahlaki ve manevi eğitimin de hak ettiği -gerekli- yeri almasının ne kadar önemli olduğunu biliyor ve bu önemin hatırlatılmasının üzerimize bir görev olduğunu düşünüyoruz. İşte bu manevi eğitime de sahip, bilinçli ve azimli bireyler oldukça toplumumuz kalkınacak, herkesin huzur ve refah içinde yaşayacağı yeni bir dünya yeniden şekillenecektir, diye umuyoruz.
Haram paralar, gururlar, kibirler, benlikler, gösterişler, fuhşiyyat, haksızlık, hem kendine hem halka zulüm, azgınlığın bin çeşidi, burnu havada yeri titretircesine yürümeler... Ben neyim be edaları.
kuran ve sünneti terk ederek, allah ın koyduğu kanunlardan başka kanunlara yönelerek kendi zanlarına arzu ve heveslerine uyanlar, pek yanlış bir iş yapıyorlar...
not: yazının tamamını okumadan yorum yapmayınız, müslüman kardeşlerim olarak hepinizi seviyorum, kesinlikle ego tatmini için veya menfi duygularla bu yazıyı yazdığımı zan etmeyiniz... görüşünüz ve yorumunuz ne olursa olsun hepiniz benim kardeşimsiniz...
selamın en güzeli olan allah ın selamı üzerinize olsun...
allah ın rahmeti üzerinize olsun...
öncelikle şunu belirtmem gerekir...
ben bildiklerimi başkalarına iletmek mecburiyetindeyim...
bu dinimin üzerime yüklemiş olduğu bir sorumluluktur,
bu mektubu zahmet edip okuyan kardeşlerimde aynı sorumluluğu üzerine almış bulunmaktadır...
hiçbirinizden daha alim değilim, bu sebeble hatalı sözlerimden dolayı beni bağışlayınız...
kesin bir bilgi ile gördüğünüz hatalarımı, yine kesin bir bilgiyi kanıt göstermek sureti ile düzeltiniz...
sevgili müslüman kardeşim:
1.müslüman kelime manası ile teslim olan demektir.
müslüman allah ın emirlerine teslim olmuştur...
islam dini refleks dini değildir...
islamı omuriliğin ile yaşayamazsın, beynin ile yaşamak mecburiyetindesin...
sana müslüman mısın desem bana hamd olsun cevabını vereceksin...
fakat müslümanım demekle allah ın emirlerine teslim olduğunu ilan ediyorsun...
kelimei şahadet getirmek sureti ile allah tan başka bütün kanun koyucuları, yön vericileri, elinin tersi ile itiyorsun
benim hayatımda ancak ve ancak allah ın emirleri etkilidir, ben allah ın yasaklarını çiğnemem ve onun emirlerine uymak konusunda boynum kıldan incedir diyorsun. işte kelimei şahadet ve müslümanlık budur...
2. buradan yola çıkarak islamın kamil ve şamil bir din olduğunu görebiliyoruz...
yani;
islam bütün zamanları kapsar, onun kuralları asla ve asla eskimez.
islam her konuyu içine alır...
tuvalete girerken sağ ayağın ile girmeni öğütlemek ile başlar, siyasetine kadar her şeyine karışır...
tabir yerinde olursa islamın tepeden tırnağa içine almadığı bir konu yoktur...
her şey islamın kapsama alanı içindedir...
kelimei şahadetle ve müslüman olduğunu beyan etmekle bunları kabul ediyorsun... bunun farkına varman lazım gelmektedir...
vay efendim zaman değişti, her şey değişti, 1400 yıl öncesinin zamani şartları ile modern dünyanın zamani şatları bir değildir diyorsan sana cevabım şu olacaktır...
güzel kardeşim:
her şey değişebilir,
o zamanın insanı deveye biniyordu, şimdinin insanı jiplere biniyor...
o zamanın insanı meşale yakıyordu, şimdinin insanı ampul yakıyor...
o zamanın insanı fillerle savaşa gidiyordu, şimdinin insanı tanklarla savaşa gidiyor...
değişmeyen şeylarde var;
o zamanın müslümanı deveye binerken besmele çekip rabbine sığınıyordu, şimdinin müslümanı jipe binerken besmele çekip rabbine sığınıyor...
o zamanın atlarını katırlarını allah yaratmıştı, şimdi üretilen jiplerin bilimsel projesini oluşturan beynimizide allah yaratıyor...
demekki islam her şartta zamanda ve mekanda egemendir...
islam dini devlet yönetimimizede siyasetimizede karışır...
devlet yönetimi ile ne ilgisi var diyenler yanılıyor...
ahirat ayrı dünya ayrı diyenler yanılıyor...
bu dünya ahiret için vardır...
komşumuza yaptığımız kötülükten tutunda, yönetim şeklimize siyasetimize kadar ahirette hesaba çekileceğiz...
siyasetimizdede allah a teslim oılacağız,
faizi kaldıracak yönetimlere oy vereceğiz,
zinanın suç olmaktan çıkması için yasa çıkaranlara oy vermek allah ın yasaklarını çiğnemek demektir...
ab ye girmeye çalışmak, israil ile stratejik ortak olmak, ekonomiyi ımf ye teslim etmek, kafirleri dost ve veli edinmek müslümanca değildir...
sakın ha yanlış anlamayın a veye b partisini savunmuyorum...
allah ın emrettiği gibi haraeket eden bir partiyi bulup desteklemek size kalmış...
eğer böyle bir parti yok isede kurulmak zorunluluğu vardır...
allah bize hangi siyaseti desteklediğimizin hesabınıda soracak...
bu inkar edilmez bir gerçektir... islam ruhbanlık dini değilidir...
başka bir konuya değinmek istiyorum:
3. dinde zorlama yoktur ilkesi bu gün yanlış yorumlanıyor...
sen gidip bir ateisti zorla müslüman yapamazsın, bu meyanda dinde zorlama yoktur...
ancak müslüman olduğunu söyleyen bir insan 'müslümanım ama ibadetlerimi yapmıyorum deme hakkına sahip değildir'
müslüman olmak allah a kayıtsız şartsız itaat etmek demek olması sebebi ile müslüman olduğunu söyleyen bir insan ibadetlerini yani farzları yerine getirmek zorundadır...
kimseye sen ibadetini yapmadın müslüman değilsin denmez, kimsenin buna hakkı yoktur...
ancak müslümanlar birbirlerini ibadetler konusunda zorlamalıdır...
unutmamak lazım ki cihad her müslümana namaz gibi farzdır...
en basiti yani her müslümanın kesin olarak yapması gerekeni iyiliği emr etmek ve kötülükten sakındırmaktır... bu bir cihadtır.
allah c.c. buyuruyor:
müslüman bulunduğu toplumdaki kötülüklere ve işlenen haramlara tepkisiz kalamaz...
müslüman bananeci değilidir...
ben namazımı kılıyorum ya gerisi beni ilgilendirmez, faiz yiyen yesin içki içen içsin yaklaşımı müslümanca yaklaşım olamaz...
müslüman kendisine ve bulunduğu topluma allah ın emirlerini ve yasaklarını bildiren insandır...
çevresini uyarırken kendisini unutmaz;
Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (BAKARA SURESİ / 44)her koyun kendi bacağından asılır yaklaşımı müslüman yaklaşımı değildir...
4. müslüman olduğunu söyleyen her hanım islamın tesettür emrine uymaya mecburdur...
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Mü'min kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından ya da babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kız kardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da kadına ihtiyacı olmayan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerden ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz." (NUR SURESİ / 31)
Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (AHZAB SURESİ / 59)
Kadınlardan evliliği ummayıp da oturmakta olanlar, süslerini açığa vurmaksızın (dış) elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur. Yine de iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah, işitendir, bilendir. (NUR SURESİ / 60 )
'ben müslümanım ancak kapanmıyorum, beni dışımla değil içmle yargılayın'
olmaz sen müslümansan içinlede müslüman dışınlada müslüman olacaksın...
her şeyinle allah a teslim olacaksın...
ancak ayetlerde belirtilen şey süsü gizlemektir...
eşarp örtüyorsun amma süsülü püslü, allı güllü...
bu olmaz...
eşarp örtüyorsun amma ksa etek dar pantolon giyiyorsun...
buda olmaz, bu tesettür değildir...
çarşafı savunmuyorum ancak, giydiğin şey ne olursa olsun erkeklerin ilgisini çekmesin, süsülü püslü olmasın...
müslüman kadın parfüm kullanamaz...
güzel kokular erkeklerin ilgisini çektiği için haramdır...
afedersin ama ter kokmak istemiyorsan tertemiz yıkanacaksın...
gusül boşuna değil değil mi?
son olarak özetliyorum:
a) müslüman hayatının her alanında müslümandır, siyasetide müslümanca olmalıdır...
b)faizi kaldıran, milli ekonomiyi savunan, sanayimizi geliştiren, tüketimi değil üretimi ön plana çıkaran, ab değil islam birliği için çalışan, ahlak ve maneviyatı savunup bu alanda çalışmalar yapan... patiye oy veriniz. dikkat et parti ismi söylemiyorum,
görevim a veya b partisini savunmak değildir... ancak ben islamca olması gereken şeyleri sıraladım...
allah oy verdiğimiz partidende bizi hesaba çekecek... proboganda yapmıyorum, çatışmaya ve gerginliğe lüzum yoktur...
c) müslüman bulunduğu toplumda islamı hakim kılmak için çalışmaya mecburdur,
bu islamın cihad farzının gereğidir...
d)hakimiyet ancak ve ancak allah ındır...
e)müslüman yaşadığı topluma huzur, refeh, mutluluk, saadet ve adil bir düzeni aynı zamanda adil bir ekonomik sistemi getirmek zorundadır... bunun için çalışmak zorundadır ve buda cihad farzının gereğidir...
f)her ölene şehid denmez, islamı hakim kılma yolunda ölen müslümana şehid denir.
g)bendeniz bu yazdıklarımı kendimede bir ders olarak görmekte ve bu yolda çalışmaktayım...
Yahudilerin tarihi Yakub aleyhisselamla başlar. Yani, İsrail aleyhisselamla. Yakub aleyhisselam Kenan illerinde (Filistin) doğdu, yaşadı. Dört hanımından on iki oğlu oldu. Yusuf aleyhisselam ve Bünyamin, Rahil isimli hanımından doğdu.
Meşhur Yusuf aleyhisselam kıssası ile beraber Yakub'un çocukları Mısır'a taşınmış oldu. Yusuf aleyhisselamın vefatından sonra, Mısır'da ikamet eden İsrailoğulları'nın hayatı değişti. Mısır'ın saygın şahsiyetleri iken, Firavun'ların zulmüne maruz kaldılar. Ezildiler, horlandılar.
Allah Teâlâ, Yakub aleyhisselamın dördüncü dereceden torunları olan Musa ve Harun aleyhimesselamı onlara peygamber olarak gönderdi. Mucizeler desteğinde Allah'a imana davet ettiler. Firavun imana yanaşmadı. Allah Teâlâ, Musa aleyhisselama kavmini Mısır'dan çıkarmasını emretti. O da kavmi olan İsrailoğullarnı alıp Mısır'dan çıktı, Sina'ya vardı. Firavun onları izledi. Musa aleyhisselam kavmi ile beraber denizden geçti. Firavun denize daldı, ordusuyla beraber boğuldu.
İsrailoğulları, Mısır'da ikinci sınıf köle muamelesi görüyorlardı. Büyük bir mucize ile kölelikten kurtuldular. Babaları Yakub aleyhisselamdan gördükleri terbiye ve akideleri bozuldu. Kimlik kaybına uğradılar. Musa aleyhisselam onları büyük bir mucize ile o ezilmişlikten kurtardığı halde teşekkür etmeye yanaşmadıkları gibi ona Firavun'un eziyetine benzer eziyetler yaptılar.
Önlerinde boğulan Firavun'un ölümünden şüphe ettiler. Firavun öyle sinmişti ki içlerine, onun ölüsünü görmek bile onları inandırmadı.
Denizden karşıya geçtiklerinde, orada puta tapınan bir kavim gördüler. Birkaç saat önce büyük bir mucizeyi gözleriyle gören insanlar onlar değilmiş gibi Musa aleyhisselamdan kendileri için tapınılacak bir put istediler. (Bkz. A'raf suresi, 138.ayeti)
Sina'ya geçtiklerinde susadılar, ileri geri konuşup Musa aleyhisselamdan su bulmasını istediler. Allah Teâlâ Musa aleyhisselama asasını yere vurmasını emretti. Yerden on iki pınar fışkırdı. Her kabileye bir pınar düştü. (Bkz. Bakara suresi 60.ayeti) Suya kanınca bu sefer acıktıklarını söylediler. Allah Teâlâ onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdi. (Bkz. Tâhâ suresi, 80.ayeti) Kudret helvası ağaçlara iniyor, onlar da gidip onu yiyorlardı. Karınları doyunca gölgelenecek bir yer istediler. Çölde bunaldılar. Allah Teâlâ bulutlar gönderip onları gölgeledi. (Bkz. Bakara suresi, 57.ayeti)
İş, bu büyük mucizeleri onlara ardı ardına yaşatan Rablerine kulluğa, O'na hamd etmeye gelince, Firavunlardan kaptıkları inatları, çirkeflikleri öne çıktı.
Musa aleyhisselamdan iman edebilmeleri için Allah'ı onlara açıkça göstermesini istediler. "Hani bir de 'Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyiz!' demiştiniz ve gözünüz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra da ölümünüzün ardından, şükredin diye sizi tekrar diriltmiştik." (Bakara suresi, 55-56.ayetleri) "Kitap ehli senden, onlara gökten kitap indirmeni istiyor. Onlar bundan daha büyüğünü Musa'dan istemiş, 'Bize Allah'ı açıkça göster.' demişlerdi de bu zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarpmıştı. Sonra onlar kendilerine apaçık deliller geldiği halde buzağıyı ilah edinmişlerdi." (Nisa suresi, 153.ayeti)
Bu kadar açık mucizelere, uyarılara rağmen, Musa aleyhisselam Tur-i Sina'da Rabbinin emrine icabet ederek, Tevrat'ı almaya gittiğinde, Mısır'da alıştıkları hastalıklarına geri döndüler. Bir buzağı icat edip ona taptılar. Bu büyük günahlarına rağmen onları Allah Teâlâ bir kere daha affetti.
Musa aleyhisselamın getirdiği Tevrat'ı kabul etmediler. Bunun üzerine bir dağ gölgelik gibi üzerlerine kaldırıldı. Koktular iman ettiler. (Bkz. A'raf suresi, 171.ayeti)
Ama onlar ne şükrettiler ne kulluk yaptılar. Sürekli peygamberlerine itiraz ettiler. Tembellik birinci simgeleri oldu. Beğenmezlik, nankörlük, sebatsızlık İsrailoğulları anlamına gelmeye başladı. "Bir de demiştiniz ki: 'Ey Musa, tek çeşit yemeğe katlanamıyoruz. Rabbine bizim için dua et de, yerin bitirdiklerinden bize sebze, hıyar, sarımsak, mercimek, soğan türü şeyler çıkarsın.'
Musa ise dedi ki: 'Değerli olan şeyi âdi olan şeylerle mi değiştirmek istiyorsunuz?' Öyleyse şehre inin; orada istedikleriniz olur.' Böylece onların üzerine bir alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. Bunun nedeni de Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleriydi. Çünkü isyan etmişlerdi ve hadlerini aşıp duruyorlardı." (Bakara suresi, 61.ayeti)
Allah Teâlâ onlara mukaddes topraklara girmelerini emretti. Girmeleri halinde onlara zafer vaat etti. Musa aleyhisselam onlara bu emri iletti. Çok adi bir cevap verdiler. Oradaki insanların gücünün üstün olduğunu bahane ederek tembellik ettiler; bulundukları yerden ayrılmak istemediler. 'Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz oturalım!' gibi sefih bir ifade kullandılar. Allah Teâlâ onları Sina çölünde kırk yıl mahpus etti. Çölde bocalayıp kaldılar. Bir tür Açıkhava hapishanesinde kaldılar. Onların bu durumunu Maide suresinin 20-26.ayetlerinden izleyelim:
"Hani Musa kavmine demişti ki:
'Ey kavmim! Aranızdan peygamberler göndermekle, sizi hükümran kılmakla ve dünyada kimseye vermediğini size vermekle Allah'ın size lütfettiği nimeti hatırlayın.
Ey kavmim! Allah'ın size emrettiği mukaddes topraklara girin. Sakın dönüp kaçmayın; sonra perişan olursunuz.'
Dediler ki: 'Ey Musa! Orada zorba bir topluluk var. Onlar çıkmadan biz oraya girmeyiz. Ne zaman çıkarlarsa biz de o zaman gireriz.'
Allah'tan korkanlardan, O'nun nimetine ermiş iki adam dedi ki: 'Onların üzerine kapıdan girin. Siz oraya girdiniz mi onları yendiniz demektir. Mümin iseniz yalnız Allah'a tevekkül edin.'
Onlar yine dediler ki: 'Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin gidip onlarla savaşın; biz burada oturacağız.'
Musa dedi ki: 'Ya Rabbi! Kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Benimle fasıklar topluluğu arasında Sen hükmünü ver.'
Allah buyurdu ki: Mukaddes topraklar onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşsınlar; sen o fasıklar topluluğu için tasalanma!"